LAUDRUP KARDEŞLER

Laudrup Kardeşler…

Elbette ki babaları Finn Laudrup’un genlerini de hesaba katmak lazım ama oynadıkları her kulüpte ve Milli Takım’da kırılmadık rekor bırakmadıkları halde, arkalarından dünyanin en önemli isimleri tarafından “çok daha iyisini yapabilirdi ama istemezdi” diye nitelendirilen kaç tane oyuncu sayabiliriz ki?

Pek çok takım arkadaşının Michael’ı tarif etmeleri istendiğinde söylediği, “Siz koşun o bir şekilde size pas atmanın yolunu bulur” sözü onun yeteneklerini anlatmakta yeterli olur mu emin değiliz ama Brian için Rangers’li takım arkadaşı McCoist’in söyledikleri aslında onu basitçe tarif ediyordu: “Taktiğimiz basitti, topu Brian’a ulastırıp onun yolundan çekilmemiz yeterliydi”

** Gönül Adamları…

Sahaların gördüğü en beyefendi oyunculardan biri olduğu gerçeğini kariyeri boyunca tek bir kırmızı kart dahi görmeyerek ispat etmişse de Michael saha dışında bir asi olarak kabul edilebilirdi.

Hayır, Gascoigne ya da Bowyer gibi kriminal vukuatları yoktu ama bir şekilde hem oyuncu hem de menecerlik kariyerinde üstleriyle bazı prensip çekişmelerine girmiş, her seferinde de şartlar ne olursa olsun onlarla yolunu ayırmıştı.

Michael en başlarda Juventus’ta iki yabancı oyuncu limiti ile boğuşsa da Boniek’in ayrılmasıyla Michel Platini’ye eşlik etmeye hak kazanmıştı. Ertesi sezon Platini’nin ayrılmasıyla unutulmaz galli santrafor Ian Rush ile başbaşa kalan Michael “solo” uçtuğu tek sezonda Platini’nin yerini doldurmayı başaramamış ve Barcelona’nın yolunu tutmuştu.
5 muhteşem sezon sonrasında Barcelona’da Cruyyf ile girdiği anlaşmazlık üzerine 1994 Şampiyonlar Ligi finalinde forma bulamayınca Barca kariyerini, hem de ezeli rakibe gitmek için, sona erdirmişti. Oynatılmadığı finalde Milan 4-0 ile kazanmış, Milan Teknik Direktörü Capello da “Barcelona’da tek çekindiğim oyuncu Michael Laudrup’tu ama Cruyyf onu oynatmadı. Bu da Cruyyf’un bugünkü hatasıydı” sözleriyle durumu tespit etmişti. Aynı maçta Milan’da kadro bulamayan bir isimse, o sezon için Fiorentina’dan kiralanan Brian Laudrup’tu. İki kardeşin Broendby’de başlayan kariyerleri futbol dünyasının en büyük randevusunda kesişmiş, ama kader işte, ikisi de o gün sahaya çıkamamıştı.

Brian da savunma ağırlıklı bir futbol oynatıldığı için Fiorentina’da mutlu olmadığını defalarca dile getirmiş ve en sonunda Milan formasını sırtına geçirmişti. O final maçında oynamamış olsa da o sezonki performansı onu, efsanelerinin arasina adını yazdıracaği, Glasgow Rangers’a taşımaya yetmişti.

1989’da geldiği Cruyyf’un Barcelonası’nda akla gelebilecek her türlü kupayı kazanan Michael Laudrup, “Dream Team” olarak anılan 1989-1994 Barcelona takımının da değişmez bir parçası olmuşken, prensip çatışmaları sonucu ezeli rakip Real Madrid’in yolunu tutacak, orada geçirdiği hepi topu iki sezona rağmen bugün bile Real Madrid taraftarlarının yaptığı “en iyi yabancı 11” karmalarında yer alacaktı. Barcelona’daki takım arkadaşlarından Romario ve Stoichkov onun hakkında “kariyerimizde attığımız gollerin en az yarısı onun sayesindedir” demiş olsalar da Real Madrid’teki takım arkadaşı Ivan Zamorano onu daha kestirme ve gerçekçi bir dille anlatmıştı : “O bir dahi! O gelene kadar ben bir hiçtim”

** Gönül Adamları mı Gamsız Adamlar mı?

Brian ise birbirinden başarılı 4 sezon geçirdiği Rangers’daki daha beşinci ayında Barcelona’dan –hem de Cruyyf’tan- gelen transfer teklifini reddettiğinde Menajer Walter Smith ona “Barcelona’nın teklifini mi reddettin?” diye sormuş cevap olarak da “Evet, Falkirk karşısında oynamayı tercih ederim” yanıtını almıştı.

Rangers Menajeri Walter Smith’in üstüste kazandıkları 9 İskoç Ligi şampiyonluğunun dördünde direkt katkısı olan Brian Laudrup hakkında daha sonra söylediği “Brian hayatımda görduğüm en iyi futbolcuydu. Ama bir şekilde dunyanın en iyisi olmak istemiyordu, oysa buna her şeyiyle hazırdı.” sözleri ne gariptir ki Cruyyf’un ağabeyi Michael Laudrup icin söylediği “Eger Michael bir Brezilya ya da Arjantin gettosunda büyümüş olsa ve futbol topunun onu fakirlikten kurtarabilecek tek şey olduğuna inansaydı, bugün tartışmasız olarak dünyanın en büyük futbolcusu olurdu” sözleri ile tam olarak örtüşüyordu.

Evet, her ikisi de cok yetenekliydi, belki de Danimarka’nın en tanınmış oyuncularıydılar ama onlar için her şey para da değildi, futbol da. Futbolun içinde doğmuşlar (Brian babasının Wiener SK için top koşturmakta olduğu Viyana’da doğmuştu gerçekten de), gençlikleri boyunca para sıkıntısı çekmemişlerdi. Çok yetenekliydiler, futbol oynamaktan zevk alıyorlardı, ve gerçekten zevk aldıkları zaman onları seyretmeye doyum da olmuyordu. Ama hepsi o kadardı.

** Milli Takım’da “Made in Laudrup” etkisi…

Michael kariyeri boyunca 104 kez Danimarka Milli Takımı’nda oynadı. Brian ise, geçirdigi sakatlıklar sonucu 29 yaşında affını istediği milli formayı, 82 kez giydi. Michael 37, Brian 21 milli gole imza attılar ama onların milli kariyerlerini özetleyen şey istatistikler değil, yine tutumları oldu.

Michael 1982’de giymeye başladığı milli formayı Euro 1984’te de kimseye bırakmadı. Turnuvada oynanan 4 maçın tamamında forma giydi ve hatta penaltılara kalan yarı final maçında İspanya’ya bir de penalti golü attı. Son penaltıyı kaçıran Elkjaer Larsen Danimarka’yı finalden etse de tüm ülke o tarihi günün ilerideki daha büyük başarıların yolunu açacağından haberdar değildi.

1986 Dünya Kupası’nda 6-1’lik unutulmaz Uruguay galibiyetinde attiğı müthiş gol, belki de Maradona Ingiltere’ye “o” golü atmasa, turnuvanın en güzel golü seçilebilirdi.

Kardeşi Brian ile beraber forma giydikleri Euro 88’deki zayıf performans ve hemen ardından 1990 Dünya Kupası elemelerindeki başarısızlık sonrasında iki kardeş, yanlarına Jan Molby’i de alarak, milli takımdan ayrılıyorlardı. Gerekçeleri koç Richard Moller Nielsen ile yaşadıkları düşünce farklılığıydı. Bir kez daha Laudruplar’ın prensipleri profesyonelliklerinin önüne geçmişti. Danimarka da bir kez daha elemelerden çıkamayıp belki de tekrar orta sınıf Avrupa takimlarının ligine geri dönecekti ki bir şeyler oldu!

1992 yılı başında yaşanan gelişmeler sonucunda, ülkelerinde savaş hali olduğu gerekçesiyle, Yugoslayva Euro 92’den ihraç edildi ve yerlerine tüm oyuncuları Avrupa’nın bir köşesinde tatilde olan Danimarka çağırıldı. Brian Laudrup ve Jan Molby takıma geri dönseler de ağabey Michael Yugoslavya’nin ihracının futbolla değil siyasetle alakalı bir karar olduğunu öne sürerek takıma katılmadı. Bu kararının ardından pişman olmuş mudur bilemeyiz ama Danimarka o sene tüm otoriteleri şaşkına çevirerek Avrupa Şampiyonu oldu, Brian da madalyayı boynuna astı.

Michael bir sene sonra milli takıma geri dönse de 1994 Dünya Kupası’na katılmaya hak kazanamadılar. Ancak Danimarka kimlik değistirmişti bir kere, 1995 Dünya Konfederasyon Kupası’nı Arjantin’i 2-0 yenerek müzeye gönderdiler. Michael de bu maçta bir gol atarak zafere imzasını koydu.

Sönük geçen Euro 96’nın ardından Michael adına akılda tutulacak hiç bir şey kalmadıysa da Brian grubun son maçında Türkiye’ye iki gol birden atarak bizi üzmekten başka bir kazanım sağlayamadı.

1998 Dünya Kupası ise hem Danimarka’nın hem de Laudrup kardeşlerin milli kariyerinin zirvesi oldu. Brezilya’ya pisi pisine 3-2 kaybederek elendikleri çeyrek final maçından akılda kalan en güzel şey Brian’ın beraberlik golünden sonraki gol sevinci oldu.

** Hikayenin sonu…

Bu turnuvanın ardından Ajax’ta futbolu bırakan Michael teknik adamlık yolunda devam etmeyi seçecekti. Aralarında 5 yaş olmasına ragmen aynı turnuvanın ardından milli takımdan ayrılan Brian, çok kısa bir Chelsea macerasının ardından memlekete dönüp FC Kopenhagen ile bir sezon geçirecek ardından da ağabeyi gibi son sezonunu Ajax’ta geçirerek futbola veda edecekti.

Michael teknik direktörlük kariyerinde, milli takımda yardımcılığını yaptığı Morten Olsen’den öğrendiği, hücum futbolunu gittiği her takımda oynatmaya çalışacak ve Spartak Moskova hariç çalıştırdığı tüm kulüplerde başarılı kabül edilse de hepsinden farklı bir gerekçe ile ayrılacaktı.

Sondan bir önceki durağı olan Swansea City’deki oyuncularından biri olan Alan Tate’in Michael için söylediği “48 yaşına rağmen antrenmandaki en iyi oyuncu her zaman Michael Laudrup’tu” sözleri 30 sene önce Platini’nin söylediği “Michael antrenmanda dunyanın en iyi oyuncusudur ama sahada bunu her zaman tekrarlayamıyor” cümlesini hatırlatıyordu. Özetle, Michael muhteşem bir oyuncu, ortalamanın biraz üstü bir teknik direktördü.
Büyük bir takımı çalıştırmayı isteyip istemediği sorulduğunda “önünüzdeki 10 yıl için her şeyi hazırladığınız halde ilk 9 ayınızda hiç bir şey başaramadığınız gerekçesiyle kovulmak bana göre değil. Ayrıca sürekli kazanmak zorunda olmadığım zaman neler başarabildiğimi görmek de beni son derece mutlu ediyor” gibi felsefi yönden doyurucu bir cevap vermişti.
2012 yılında göreve başladığı Swansea City’de kulüp tarihinin ilk Lig Kupası’nı kazanan ve Premier Ligi 8. bitiren Michael Laudrup’un sözleşmesi 2015’e kadar uzatılsa da, Swansea City yönetimi, “yaşanan kötü gidişat” sebebiyle, 2014 yılında Michael’in görevine son verdi.
Ardından bir sezon için Katar Ligi’nde çalıştırdığı Lekhwiya takımı ile lig+kupa ikilemesine imza atan Michael, Katar’dan da sözleşmesi sona ermeden ayrılıp İspanya’dan Danimarka’ya şarap ithal eden şirketi ile ilgilenmeye başladı.

Futbol dışı kariyerinde de kardeşi Brian ile yolları sadece birlikte oynadıkları veteran futbol takımında kesişti.
Brian’in futbol kariyeri sırasiında dünyanin her tarafında pek çok kez layık görüldüğü “en yakışıklı futbolcu” ödülünü ona getiren yüzü, TV ekranında da son derece etkileyiciydi. Futbolu bıraktıktan sonra TV3+ kanalı için Şampiyonlar Ligi yorumculuğunda karar kıldı, ağabeyinin aksine, teknik direktörlük ya da yöneticilik işine hic heveslenmedi bile.

Paul Gascoigne’in Brian’in yeteneğini ifade etmek icin söylediği: “İnanılmaz bir oyuncuydu. Antrenmanlarda, ne yapacağını tam olarak bildiğiniz halde, onu durduramazdınız. Stuart McCall bir seferinde 8-9 kere onu durdurmaya çalışmış ama Brian her seferinde aynı numarayı çekerek Stuart’ı geçmişti” sözlerinin haklılığı 2004 yılında tasdikleniyordu.
2004 yılında, Pele tarafından seçilen, “Yaşayan en büyük 125 oyuncu” listesinde hem Michael hem de Brian Laudrup yer alıyor ve böyle bir şeyi başaran dünyadaki tek kardeş futbolcular oluyorlardı.

Düşünün ki prensipleri için pek çok başarıyı ellerinin tersiyle iten Laudrup kardeşler, bütün bu başarıları “olduğu kadar” felsefesiyle oynamalarına rağmen elde etmişlerdi. Eğer gerçekten potansiyellerinin tamamını sahaya yansıtmayı deneseler neler yapabilirlerdi, kim bilir?

mail: tayfun.gerdan@abcspor.com

twitter: @tgerdan