https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

AÇLIK OYUNLARI

Okunması Gerekenler

AÇLIK OYUNLARI

 Bu ülke spora olan açlığını kendi evlatlarını yiyerek giderir…

Plajdan toplandığı iddia edilen Danimarkalı futbol yıldızlarının Göteborg Ullevi Stadı’nda kupayı kaldırdığı 26 Haziran günü bu turnuvanın 8 takım ile oynandığı son tarihti. O günden sonra kademeli olarak önce CL 16 takıma daha sonra da Avrupa Futbol Şampiyonası 16 takıma çıkarıldı. İlerleyen senelerde CL 32 ve gelecek seneden itibaren de 36 takım olurken Avrupa Şampiyonası 2016’dan beri 24 takımla organize ediliyor.

FIFA da UEFA’nın takım enflasyonlu turnuvalarından aldığı feyz ile Kuzey Amerika’da düzenlenecek olan 2026 Dünya Kupası’nı 48 takıma yükseltme kararı aldı ve turnuvayı 104 maça çıkardı. Her maçı izleyenler için büyük eziyet ama bahis firmaları için büyük bir jest olan bu kararın sonucunu ilerleyen zamanda göreceğiz ve daha rahat değerlendirebileceğiz ama biz daha yakın gelecekte oynanacak olan Avrupa Şampiyonası üzerine yoğunlaşalım.

Günümüzde neredeyse kıtanın yarısı bu turnuvada boy gösterebilme hakkı elde ediyor, yani kısaca söylemek gerekirse katılmak değil aslında katılamamak haber değeri taşıyor. Bu sebepten Türkiye’nin bu turnuvayı katılması başarıdan ziyade olması gereken olarak addedilmelidir. Bu saatten sonra bizim, katıldığımız turnuvalarda, sürdürülebilir başarıyı kendimize hedef koymamız gerekmektedir.

Turnuvanın kapsama alanı 1996 senesinde genişlediğinden beri sadece 2004’teki turnuvaya “Çek bir Letonya” sebebi ile ve 2012’ye de bence, antrenör değişikliğinden dolayı katılamayan ama geri kalan 6 turnuvaya da gitme hakkı kazanan Türkiye, haziran ayında Almanya’da düzenlenecek olan turnuvaya İngilizce tabirle bir nevi “co-host” olarak katılacak.

Bugüne kadar tüm turnuvalarda tanık olduğumuz husus bizim herhangi bir turnuvaya giderken sırtımızda taşıdığımız iddia oranı ile turnuva sonundaki başarı oranımızın ters yönlerde ilerlediği gerçeğidir. Takımın sırtına ne kadar yük binerse sonuç o kadar kötü olmuştur.

Bugün Montella yönetiminde turnuvaya gidecek takıma baktığımızda iki ucu keskin bıçak bir görüntü ile karşılaşıyoruz. Takımın başında metodik taktik disiplin üzerinden ilerleyen İtalyan bir hoca ve karşısında standartsızlığın standart olduğu, kervan yürüsün, işimiz görülsün diyen maslahatçı bir ülke var. Bu düellodan kim galip çıkar bilinmez ama bizlere kapalı kapılar arkasında hayaller kurdurdukları gerçeği de yadsınamaz.

Şu anda İtalya Milli Takımını çalıştıran Spaletti ekolünden gelen Montella ADS’deki son döneminde oynattığı direkt santrforsuz sistem ile kazandığı başarıyı Türkiye için de uygulayacak gibi gözüküyor.

Halihazırda Türkiye “striker” diye tabir edilen direkt santrfor bölgesine adam yetiştirme konusunda büyük sıkıntılar çekiyor. Kalan diğer tüm bölgeler için kaliteli oyuncu enflasyonu var iken o bölgedeki majör adayların 2013’ten beri hala Milli Takımın umudu olan taze PL oyuncusu Enes Ünal, bu seviyede tecrübesi tartışılır Bertuğ Yıldırım ve formsuz Cenk Tosun olması bize Montella’nın kalabalık orta sahalı ve dikine giren kanat forvetlerin daha çok kullanılacağı bir oyunu tercih edeceği konusunda ip uçları veriyor.

Kanat forvet olarak Yusuf Sarı, Kenan Yıldız, Barış Alper Yılmaz, Kerem Aktürkoğlu, Cengiz Ünder, İrfancan Kahveci ve Semih Kılıçsoy gibi alternatifleri olan Montella’nın bu havuzdan bir hücum hattı çıkaracağını düşünmek kahinlik olmayacaktır.

Sahaya kiminle çıkılırsa çıkılsın taktik sadakat olduğu sürece bu grupta şansımızın kâğıt üzerinde en az diğer takımlar kadar olduğunu düşünüyorum ama beni kaygılandıran durumun işin sportif ve fiziki boyutu olmasından ziyade mental boyutu olduğunu da vurgulamam gerekir.

Yazının başında kullandığım ve bazı kaynaklarca merhum Özkan Sümer’e atfedilen bu söz benim senelerdir hem statlarda hem konvansiyonel medyada hem de sosyal medyada tanık olduğum ve dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım yanlışı çok güzel özetlemektedir.

Öncelikle kabul etmemiz gereken bir gerçek var ise o da doğal olarak Türk oyuncuların Haziran’da mücadele edilecek geniş kadroda yer almak için giderayak vites yükseltmeye başladığıdır. Her ne kadar kısır lig yarışının içerisinde hengameye gitse de bu çocukların Avrupa’ya transfer olmak için kulüp takımları ile oynadıkları Avrupa Kupası maçlarından sonra en önemli ajan ulusal takımla oynayacakları beynelmilel maçlardır.

Bu sebepten dolayı normal zamanda yapmadıkları kadar sorumluluk alma, biraz daha fazla istatistiklere oynama ve bunların sonucu olarak rutin dışı hata yapma ihtimalleri artacaktır çünkü futbolda ve diğer sporlarda risk eşittir yükselen hata olasılığıdır. Topu alıp yanındaki adama verirsen ömür boyu hata yapmadan oynarsın ama sonucu değiştiren alınan risklerdir. İşte bu durumda oyuncunun taraftarın kafa yapısı ile imtihanı başlar.

Bizim taraftar kültürümüz oyuncuyu sadece kendi takımına olan katkısı üzerinden değerlendirdiği için geri kalan her şey onlar için tufan kıvamında oluyor. Oyuncu ıslıklamalar, küfür yağdırmalar, protesto etmeler stadyumda milli sporumuz olarak arz-ı endam ederken, bu sporcular sosyal medyada hayatlarında topa vurmamış adamların “sen de topçu musun” konu başlıklı tacizlerine maruz kalmaktadırlar.

Bunu stadyumda da çok sık görürsünüz hatta hepimiz ara ara da olsa bu yanlışa kapılırız. “O top öyle vurulur mu, o pas öyle atılır mı, o nasıl kaçar” gibi değil saniye ancak anlarla ölçülebilecek durumlar için ahkam keseriz. Bunu diyenlere gidip hayatlarında kaç kez bu pozisyonda bulundun desen ya basit bir halı saha maçını örnek gösterecektir ya da yangın anında acilen kırınız edasında “o kadar parayı ben alsam” gibi basit bir hamasete başvuracaktır.

Sporda tekrarın ve olası pozisyonlara karşı de-ja-vu olmanın yetenekten bir tık öte önemli bir faktör olduğuna inanan birisi olarak, insan sırtına bindirilen baskının, antrenmanda yüzlerce kez tekrar ettiği bir pozisyonda sporcunun çuvallamasına neden olduğunu da çok net ifade etmem gerekir.

Yaşanan bu olumsuzlukların en temel sebebi spor yapan bir ülke olmamızdan kaynaklanmaktadır. Sporcuya karşı herhangi bir empati hissetmemek bütün bu negatif enerjinin kaynağıdır. 4 ay sonra bu adamların bize yine lazım olacaklarını düşünmeden günü kurtarmak isteyen zihniyet ağzına geleni söyleme ve kafasına eseni yapmayı kendinde senelerdir hak görmektedir.

Bizim ülke olarak sürdürülebilir başarıyı yakalamamız için gereken parametrelerden birisi ülke bireylerine daha çok spor yaptırma ve sporcular ile empatiyi kurma yeteneğini geliştirmelerini sağlamaktır.

Ancak o zaman ülke olarak sportif olarak bastırılmış açlığımızı kendi evlatlarımızı yiyerek gidermek yerine empati kurarak, onları teşvik ederek başarıya giden yolu döşemiş oluruz. Topa bankadaki paranın değil de insanın vurduğunu anlarız ve ayağımıza ateş etmekten vaz geçmiş oluruz.

Ülke olarak profesyonel spor yapan gençlerimizin sırtından yükü ne kadar alırsak ve bu işin hayat memat değil de eğlence olduğu gerçeğine zihnimizde yer açarsak sürdürülebilir başarının gelmesi daha kolay olacaktır.

Bunun için önümüzdeki en büyük engel ise senelerden beri gelen empati ve spor yapmama yoksunluğunun artık belirli bir kesim için içselleşmiş olması, de facto olarak DNA’lara işlenmesi ve bu durumu “olması gereken” olarak kendinden sonraki nesillere aktarmakta herhangi bir beis görmemesidir.

Bütün bunların ışığında Euro 2024 giden yolda kendi evladımıza karşı takınacağımız tavır bir nevi oradaki performans ve kaderimizi belirleyecektir; çünkü yurtdışında oynayan ne kadar çok iyi oyuncumuz da olsa mevzu Türk Milli Takımı olduğunda iş dönüp dolaşıp yerel oyuncuların ivmelenmesine direkt olarak bağlıdır.

Ülke olarak asırlardan beri gelen sportif açlığımızı evlatlarımızı yiyerek değil, spor yaparak gidermek en doğru çözüm gibi gözüküyor.

Herkese spor, sıhhat, huzur ve akıl dolu günler diliyorum…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Son Haberler

AMATÖRCE

Yedigimiz iki gol de olacak iş değil. İlkinde ortada fol yok yumurta yok. Rakibin ne baskısı var ne pozisyonu....

Benzer Konular