https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

’92 BARCELONA OLİMPİYATLARI: DREAM TEAM ŞANSLIYDI!… – 1

Okunması Gerekenler

efe

“‘Keşke’ ile ‘belki’ evlenmiş, ‘eğer’ diye bir çocukları olmuş…”

 

Bu yazı dizisi, sadece “What if?” gibisinden “Acaba”lı sorularla komplo teorileri üretmeyi seven hayalperestlerin değil, basketboldaki rekabetin ve sektörün ne kadar aslında vahşi bir kapitalizmin pençesinde kıvrandığını bilenlerin de ilgisini çepeçevre kuşatmak için hazırlandı. Toplam 6 bölümden oluşan bu mini “araştırmacı” yazı dizisinde, dopingden uyuşturucuya, yasaklı madde ve alkol kullanımından spor ekonomisi, sağlık ve rant ilişkisine, hatta SSCB ve Yugoslavya’ya kadar pek çok konuya değinildi ki, hiçbir merak açıkta kalmasın. Hazırsak, başlayalım…

 

1. KISIM

 

Malumunuz, NBA’de, takvimi çok yoğun ve büyük mesafelerin düzenli olarak kısa sürede kat edilmesine dayalı, tam 82 maçtan oluşan bir maç fikstürü var; ve neredeyse ligin kurulmasından beridir bu tempo devam ediyor. Ayrıca bu fikstür o kadar düzensiz ki, bir takımdan başka bir takıma takas olan ve hiç maç kaçırmadan takvimdeki tüm müsabakalara katılabilen oyuncular, kimi sezonlarda 85-86 maç bile oynayabiliyorlar (yakın tarihten örnek isteyenler için, Michael Finley’nin 96-97 senesinde Phoenix’ten Dallas’a takası sonrası sezon boyu 83 maç oynadığını söyleyebiliriz*). Daha da ötesi, sezon bitiminde, bulundukları yakalarda ilk sekiz sırayı alma başarısı gösterenler için play-off’lar gelip çatıyor, ki bu daha da yoğun bir takvim ve daha çetin bir sinirsel ve fiziksel mücadele demek oluyor. Play-off’ları da katarsak, senede ortalama 100 maç yapıyor ve tahminimizin ötesinde yıpranıyor bu ‘başarılı’ oyuncular.

 

 

Evet, ligin halen daha fiziksel oyun temeline alabildiğine dayandığı bir gerçek. Her ne kadar atletizm, kas yapısı, dayanıklılık ve bunların eğitimi ile gelişimi bakımından Amerikalı ve Afro-Amerikan oyuncuların, dünyanın geri kalan basketbolcularıyla arasında mühim bir düzey farkı olsa da, hiçbir insan evladının senede binlerce kilometre gidip arka arkaya veya kısa aralıklarla bu kadar çok maçı kaldıracak tempoyu sağ salim atlatması, bir de maç aralarında yoğun idmanlar yapmayı sürdürmesi, çok az tatil yapması, tüm bunların üzerine ligde ve play-off’larda başarılı olması, ve tüm bu angaryaların üzerine bir de uluslararası turnuvalara da aynı selametle katılıp başarı kazanması mümkün değildir – tabi eğer fizyolojinizi çeşitli kimyasallarla desteklemiyorsanız.

 

 

İşte bu sebepten ötürü, dünyanın geri kalan pek çok spor organizasyonunda katiyetle yasaklanmış olan kokain, eroin, marihuana, doping ürünleri gibisinden yasaklı veya keyif verici madde kullanımı NBA oyuncuları arasında irili ufaklı dozlarda olmazsa olmaz denecek denli çok yaygındır1 ve ligin bu husustaki denetimleri (kendileri bunu reddetse bile2) ve hatta cezaları3 dünyanın geri kalanına nazaran epey gevşektir. Sadece bu yüzden bile, yıllar boyunca ligde pek çok oyuncu uyuşturucu, yasaklı madde ve alkol bağımlılığından ötürü kariyerlerini sekteye uğratmış, oyunculuk günleri bittikten sonra sağlıksal ve zihinsel problemler yaşamış, hatta William Bedford ve Roy Tarpley gibi işi abartan bazıları ligden ihraç bile edilmişlerdir4,5.

 

czbghajawih2qs0z0fel

 

Buradan bakıldığında, “Madem kullanım serbest, niye ligden ihraç ediliyorlar?” sorusuna cevap ararız, ki yanıt uzağımızda değildir: “Kimselere sezdirmeden, gizli gizli yaparsan ve testlerde seni sıkıntıya sokmayacak kimyasalları alarak vücudundaki madde izlerini de düzenli olarak temizlersen, sorun çıkmaz. Ama göstere göstere yaparsan, veya işin ölçüsünü kaçırırsan, o zaman seni ben bile cezadan kurtaramam…” Evet, 1984 senesinde başlayan David Stern’ün Komiserliği dönemiyle birlikte etkisi giderek azalan (ama asla tükenmeyen) bu gevşek anlayış, Earl “The Goat” Manigault ve Len Bias gibi faciaların, JR Rider gibi hayal kırıklıklarının, Michael Ray Richardson, Chris Washburn, William Bedford ve Roy Tarpley gibi oyuncuların da ligden ihracının tek sebebidir aslında.

 

 

Bu tutum karşısında, NBA haricinde dünyanın geri kalan hemen hemen tüm spor organizasyonlarında egemen güç olan IOC’nin (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), WADA’nın (Dünya Dopingle Mücadele Örgütü) ve benzeri kuruluşların, NBA’in, oyuncu sağlığı ve adil rekabet esası, yani fazilet ve fair-play esası yerine, şov, eğlence ve kâr maksimizasyonuna dayalı çıkar esasını yeğlemesi sebebiyle, NBA ligi yönetimiyle halen daha ciddi bir didişme halinde oldukları bir gerçek. Öyle ki, IOC’nin mecburi tuttuğu testler, NBA’de uygulanmıyor6,7,8; ve bu yüzden IOC, her ne kadar FIBA’nın (Uluslararası Basketbol Federasyonu) profesyonellik ve amatörlük kuralları ve kriterleri 1989 senesinde NBA lehine değişmiş olsa da, NBA ligini belirli yönlerden resmi bir lig olarak tanımıyor, kendisine bağlı olmayan bu ligi adilane ve tümden temiz bir profesyonel turnuva olarak kabul etmiyor.

 

download

 

Yine bu karmaşadan ötürü, NBA’den veya ABD’den Avrupa’ya göç eden basketbolcuların pek çoğu, Avrupa’da madde bağımlılığına yine NBA’deki gibi bir iltimas gösterildiği kanısıyla, yasaklı madde kullanımını (vaktinde) kesmiyor ve IOC, FIBA ve Yerel Ligler’in belirlediği çeşitli ağır cezalara çarptırılıyor (Ülkemizdeki Kaspars Kambala, Sean Williams ve David Hawkins olayları ile yine yolu ülkemizden geçmiş olan Pops Mensah Bonsu, James Gist ve Mire Chatman‘ın aldığı ağır cezalar en güncel örneklerdir bu konuya). Peki, Avrupa’daki fiziksel mücadele eşiği de, maç temposu da, ligler, kupalar ve (Euroleague, Eurocup, Eurochallenge gibi) uluslararası müsabakalar göz önüne alındığında, NBA’den pek de aşağıda değilken, FIBA ve IOC neden doping konusunda bu kadar katılar?9 İşte burada yine, yukarıda bahsettiğimiz anlayış farkı noktasına dönüyoruz. FIBA, tüm kâr amaçlarını bir yana bırakarak, Olimpizm ruhu içerisinde, sporun sağlık ve fayda esaslı, fair-play’e dayalı rekabetle devamından yana. Bu sayede, Avrupa’da oynayıp emekli olan oyuncular, NBA emeklilerine kıyasen çok daha sağlıklı kalabiliyorlar.

 

 

Bu açıdan düşününce, basit bir soruya cevap bulmamız icap ediyor tabi: “İyi ama, bir insan, bile isteye niye kendini zehirler ki?” Neticede, işin sonunda ömrünüz boyunca eski Doğu Alman sporcuları gibi mahvolmuş bir biyolojiye8, veya Ben Johnson gibi “sahtekâr”, “hilekâr” yaftalarına10 mecbur kalmak da var. İşte, sporcuların bile isteye göze aldığı bu tercihte, NBA ile dünyanın geri kalanını kıyasladığımızda, basketbol piyasalarında dönen meblağların ve (takımsal, ligsel, organizasyona ait veya bireysel) sponsorlardan gelen paraların, oyuncuların egosuna ve cebine yansıma miktarı arasındaki fark da bir etken oluyor elbette (Minik bir bilgi: halihazırda NBA, yıllık 200 milyar cüssesindeki dünya spor ekonomisi cirosunun %40’ını tek başına teşkil eden Amerika’nın dört büyük spor liginden birisi, ve ayrıca, Amerikan Futbolu ve Beyzbol’un ardından en çok naklen yayın geliri yaratan 3. spor organizasyonu konumunda. Toplamda senelik 3.5 ila 5 milyar dolara hükmediyor11. Bu sefahat de elbette ilkin oyunculara yansıyor. Ne kadar büyük ve göz alıcı bir pazar olduğu tartışılabilir mi?). Yani NBA yönetimi, oyuncusuna diyor ki: Bir şekilde performansını insanüstü seviyeye çıkar, bol bol sihirli iksir iç, ki reytingler tavan yapsın, hepimizin de küpü ağzına kadar dolsun. Bir başka deyişle, zehri kabul etmenin karşılığı daha çok şöhret, para ve “başarı” oluyor…

 

_62143056_basketballhoop

 

Peki, NBA oyuncuları, Olimpiyat’lara, FIBA’nın Amerika kıtasında düzenlediği şampiyonalara veya Dünya Basketbol Şampiyonaları’na katılınca, o sıkı IOC, WADA ve FIBA doping kontrollerinden yakayı nasıl sıyırıyorlar? Evvela unutmamak gerekir ki, kuralları yıkmak isteyenler, kurallardan ve o kuralları koyanlardan hep bir adım öndedirler. Yani, söz konusu maddelerin kimisi, günümüzdeki teknoloji ile saptanamıyor (zaten “Biyolojik Pasaport”un amacı da bu)7. Peki ya diğer maddeler? Bunun için oyuncuların pek çoğu, tıpkı doping gibi, artık bir sektör haline gelen, “temizleyici” maddeleri kullanıyor7 ve uluslararası organizasyonlardan ne kadar evvel dopingi/yasaklı madde kullanımını keserlerse testlerde yakalanmayacaklarını ince ince hesaplıyorlar7. Menajerler, koçlar, lig yetklilileri, kondisyonerler, diyetisyenler ve teknik ekibin tamamı da bu çarkın içerisinde. İşte bu yüzden, ABD basketbol milli takımı (erkeklerde veya kadınlarda) herhangi bir uluslararası müsabakadan henüz herhangi bir veto veya ceza yemedi9.

 

 

Oysa biyolojik pasaportlarla geriye yönelik suçları cezalandırmak mümkün, o yüzden şu an (veya geçmişte) zamanın doping saptayıcı yöntemlerinin ötesine geçebilen aldatma tekniklerinin foyası gelecekte meydana çıkabilir ve oyuncular ceza alabilir…. demek hiç de kolay değil, çünkü başka bir ülkeden değil, ABD’den bahsediyoruz burada. Sporu, kazanmaktan evvel bir yaşam ve eğitim kültürü olarak benimseyen ve buna rağmen rekabette kaybetmeye tahammülü olmayan, her türlü spor müsabakasını da mutlakıyetle bir siyasi güç ve gövde gösterisi haline getiren ülkelerin ağa babasıdır ABD, malum. Ki unutmayalım, NBA’in halen daha bir “Biyolojik Pasaport” uygulaması da mevcut değil12,13.

ABD’nin dopinge karşı ikiyüzlü tutumları sebebiyle, NBA 1983’te, NCAA’ler ise ancak 1986 yılında doping testlerini uygulayıp ceza vermeye başladı14 (ki biyolojik pasaportun yokluğu ve belli kimyasalların yasaklanmaması yüzünden halen daha kontrollerin yüzde yüz etkili olduğunu iddia edemeyiz); Beyzbol, Futbol ve Amerikan Futbolu’nda ise, işler genelde çok daha acıklı8… Üstelik, Dünya Anti – Doping Yasası’nı uygulayan USADA (ABD Anti-Doping Kuruluşu – devletten bağımsızdır) veya ABD Olimpiyat Komitesi bile bu durumu düzeltemiyor… Hem, Lance Armstrong’un dillere destan organize skandalından sonra, USADA’nın da ne kadar etkili, veya dürüst, veya dopingi engellemeye gönüllü olduğu iddia edilebilir ki15

Peki, bu kadar güçlü bir ülke karşısında, icabında vakt-i zamanında kural değişikliğine bile gitmek zorunda kalmış bir FIBA veya NBA’e bile söz geçirmeyen IOC, Amerikalı oyuncuların doping kontrollerinde veya suçların ifşasında ne kadar cesur davranabilirler sizce? Ve tabi, dünyanın süpergücü durumundaki ABD’ye diş geçirmeye cesareti olmayan uluslararası kurumlar kadar, az evvel değindiğimiz üzere, ABD’nin ligi olan NBA’in, dünyanın geri kalan tüm basketbol liglerinde dönen paranın toplamından bile daha fazla bir meblağı idare etmesinin de bu mevzudaki payını yabana atmamak gerek. Yani, en çok para kazanan, kazandıran ve en güçlü siyaseti yapan ülke, bir nevi dokunulmaz kalmayı sürdürüyor; ve basketboldaki yetenekleriyle olmasa bile, kulisle ve saha dışındaki “minik hileleriyle” yapıyor bunu evvela… Bu yüzden gönül rahatlığıyla diyebiliriz ki, ABD’nin basketboldaki üstünlüğü, oyuncuların yeteneğinden önce, basketbolun saha dışındaki başka alanlarında güçlü ve başarılı olmasından kaynaklanıyor.

(Devam edecek)

 

 

 

mail: efe.ozenc@abcspor.com

twitter: @efe_ozenc

Son Haberler

AMATÖRCE

Yedigimiz iki gol de olacak iş değil. İlkinde ortada fol yok yumurta yok. Rakibin ne baskısı var ne pozisyonu....

Benzer Konular