https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

KARŞIDAKİ YAKALAR BİR ARAYA GELDİ!

Okunması Gerekenler

efeİlginç bir öykü Pınar Karşıyaka’nın bu sene yaşadıkları. Ufuk Sarıca ile çıktıkları yolda 2 senedir istikrarlı bir performans çiziyorlardı bu seneye dek; 12-13 sezonunda Eurochallenge kupası 1 sayıyla kaybedilmiş, Karşıyaka’nın maç sonunu oynamayı becerememesi ve geniş bir sayı farkından geri gelen rakibine yenilişi (başta ben ve benim gibi düşünenlerce) dev eleştiri konusu yapılmıştı (ki benim eleştirim halen değişmedi). Mutlu bir hikayeye adım atılmış, sonu henüz getirilememişti. Masalın sonu, yazılmak için bir sonraki bölümü çağırıyordu belki de..

 

ksk fb 16Sonrasında, Euroleague hedefi koyan, her sene, ligi ilk 5’te bitirmeyi, katıldıkları uluslararası turnuvalarda da son sekize kalmayı ilke haline getiren bir misyon benimsediler. Hem de sadece Pınar’ın desteğiyle, yani senede yaklaşık 2 milyon dolarlık bir bütçeyle. Evet, hesaplı davranarak çok verimli oyuncuları bulmak mümkündü; onlar da (tıpkı Banvit gibi) bu maksatla bir “hanedan” yaratma yoluna girmişlerdi zaten. Evvela koçlarına güvendiler; alışılmış usulün dışına çıkıp, 1+1 yıllık opsiyonlu sözleşmeleri değil, kemikleşmiş bir ekip kurmak adına daha uzun süreli garanti kontratları yeğlediler. Ardından, mükemmelleştirmek üzere bir oyun sistemi yarattılar. Daha sonra, bu sistemi olgunlaştıracak oyuncular aradılar. Keşfedip buldukları ve potansiyeline inandıkları isimleri ellerinde (yine alışılmış düzene aykırı olarak) birden fazla sezon boyunca tutmayı amaçladılar. Bobby Dixon ve Jon Diebler, işte bu misyonun “birden fazla sezonluk” demirbaşları oldular.

 

Bu sistem, bu hedef, onlara daha en başta, son iki senedir basamakları birer birer tırmanılan Eurochallenge’da finali getirdi. Bir sezon önce Beşiktaş’ın kazandığı kupayı, ellerinden kaçırdılar. Fakat kaliteleri ve arz ettikleri tehlike, herkesçe anlaşılmıştı. Ligde en az hafife alınan deplasman haline gelmişlerdi – seyircileri sağ olsun. Nice denemelerden, gelen ve giden oyunculardan, Can Altıntığ gibi, olgunlaştıktan sonra büyük takımların radarına girdiği için elde tutulamayan cevherlerden sonra, nihayet her şey istenen raddeye vardı. Geçen sene, kulüp tarihinin ilk Türkiye Kupası kazanıldı. Ligde arka arkaya ikinci kez yarı finale kalındı. Dolayısıyla, bu sene başında, ben de dahil pek çok kişi, onlardan Eurocup’ta final bekliyordu; lakin Rytas serisinin ardından kabaran ümitleri, Banvit yendi diye Karşıyaka’nın da yenebileceğinden emin olduğumuz Gran Canaria sona erdirdi. Son sekize kalmak da çok büyük bir başarıydı, fakat Karşıyaka bize öyle bir hırs ve beklenti aşılamıştı ki, tıpkı Eurochallenge finalinde olduğu gibi, hayal kırıklığına uğramamız kaçınılmazdı.

 

ksk fb 3Gelgelelim, geçen senenin şampiyonu, Euroleague’de Final – Four hedefleyen (ve bu hedefe ulaşan) bir FB Ülker’den, sezon başında bir Cumhurbaşkanlığı Kupası kapmayı da başarmışları kendi evlerinde. Hem de, yeni transferler Palacios, Strawberry ve Gabriel henüz sisteme oturmamışken, serseri mayın gibi sahada gezinirlerken. Evet, ikinci yarıda Eurocup macerası bitince asaplar bozulmuştu belki, ama Karşıyaka adına gün geçtikçe daha fazla umut vaat eden bir değeri, DJ Strawberry’i kazanmaya başlamışlardı ve takıma Cemal Nalga ve Erkan Veyseloğlu gibi kalburüstü yerli bench oyuncuları katmışlardı. Gabriel hamlıktan kurtulmuş ve 3 sayı tehdidini geliştirerek, savunmayı da önemseyerek, takımın “X-Faktörü” haline gelebilmişti. Palacios yedeklenebiliyor, topu alamadığında da artık oyuna küsmüyordu. Strawberry de savunmadaki meziyetlerini ve hırsını hücuma da tahvil edebiliyordu. Yavaş yavaş kıvamı tutturuyordu İzmir ekibi.

 

Play-offlar gelip çattığında ise, Karşıyaka’nın sistemi oturmuş, roller benimsenmişti artık. Önlerinde sadece iki büyük bir küçük engel kalmıştı; Bobby Dixon her maç pestili çıkıncaya kadar sahada kalıyordu ve bütün sistem onun üzerinden dönüyordu, ilk beş ile yedekler arasında kalite farkı vardı (ki, söz konusu kalite farkı, Barış Hersek de yerini Gabriel’a kaptırdıktan sonra hiçbir yerli oyuncunun düzenli olarak ilk beşe girememesinden anlaşılabilirdi); ve elbette, Karşıyaka, elindeki tüm doğru parçalara, Dixon gibi yıldız bir lidere ve oturmuş sistemine karşın, halen daha maç sonlarını oynamayı bilmiyordu. Play-off, er meydanıydı. Burada bu eksikliklerin tümü karşılarına acı bir şekilde çıkacaktı elbet.

 

İşte bu engellerden ilk ikisinin çözümü bugün bile bulunmuş değil. Fakat o üçüncü “minik” sıkıntıyı, Fenerbahçe Ülker serisinin ilk maçını uzatmada kazandıktan sonra hallediverdiler. Sadece bunu becerebilmeleri bile, onlara şampiyonluğu kazandıracaktı. Nasıl mı? Bobby Dixon ve Strawberry’nin kademe atlayışları sayesinde. Artık maç sonlarına gelindiğinde, bu iki oyuncunun çabaları neticeleniyor ve Karşıyaka için skorun fazla bir önemi kalmıyordu; geriden gelerek öne geçebiliyorlardı, veya önde götürdükleri maçı ellerinde tutabiliyorlardı. Palacios hariç ilk beşteki her oyuncunun istikrarlı birer dış şut silahının olması, Palacios’un da orta mesafeden affetmeme yatkınlığı sayesinde, hiç itiş – kakışa girmeden kolayca sayıya gidebiliyorlardı. Aksi durumlarda da, Cemal Nalga devreye girip fiziksel mücadelelerde söz söylüyordu. Takımın hücum ribauntlarındaki konsantrasyonu ise Avrupa çapında dereceye girecek cinstendi. Modern basketbolun tüm gereklerini, doğru ve kaliteli parçalarla yerine getiriyorlardı.

 

efes ksk 101Play-off’a 4. sıradan girip de, lig lideri ve Final – Four’un çiçeği burnundaki 4.sü dev bütçeli Fenerbahçe Ülker’i yarış dışı bıraktıkları zaman, herkes onların gerçek gücünü fark etmişti. Belki onlar bile ilk kez o an güçlerinin bu kadar farkına vardılar ve bu kadar kararlı oynamaya başladılar. Öyle ya, ne ligde ne de Avrupa’da müstesna bir fark yaratmamışlardı o zamana dek. Fakat FB Ülker serisi, her beklentinin ve mevcudiyetin bir sınıf atladığı yer oldu. Doğruya doğru; Anadolu’dan bırakın bir şampiyonu, finalist bile çıkarmak kolay değildi basketbolda. 2012-13’te Banvit, 2007-08’de de Türk Telekom TBL’nin devlerinin karşısına finalde dikilmiş, fakat elleri boş dönmüşlerdi. Beşiktaş’ın 2011-12’de yaşanan destansı macerası ise, inanılmaz bütçeler oluşturulmadan da, takım ruhuyla, sistemle ve azimle şampiyonluğun kazanılabileceğine dair bir umut ışığı arz ediyordu. Öyle ya, Beşiktaş o sezonu NBA’deki lokavt süreci sebebiyle birbirinden gece ve gündüz kadar farklı iki kadroyla oynamış, ligi de tıpkı bu sezonki Karşıyaka gibi 4. bitirdikten sonra finale kalıp, Anadolu Efes’i devirmişti. Sakatlıklar, transferler veya idari yönetim bakımından o kadar kaotik ve istikrarsız bir atmosferi yaşamasa da, Pınar Karşıyaka’nın bu sezonu, işte Beşiktaş’ın o sürecindeki anahtar noktalardan faydalanabilirdi: Azim, takım ruhu, takım oyunu ve sistem.

 

Yine Beşiktaş’ın şampiyonluk yolunda cümle aleme ispatladığı enteresan bir nokta daha vardı; yukarıda da bahsettiğim “rotasyon darlığı”, kimi fazla geniş rotasyonlu takımlara karşı oynarken, yakalanan ivmeler sayesinde bir dezavantaj değil, avantaj haline gelebiliyordu. Hele ki kadronuz, her top için canını verecek bir avuç dolusu oyuncudan müteşekkilse. Dayanıklılıklar yıpranmaları engelleyince, maç sonlarındaki talih de Karşıyaka lehine dönünce, işte bu dar rotasyon, inanılmaz meyveler vermeye başladı. FB Ülker ve Anadolu Efes serileri bu şekilde kazanıldı, desek yeridir.

 

Efes serisinde neler oldu peki? Sakat Draper’dan, yani kısa rotasyonundaki tek toparlayıcı ve taşıyıcı ağır işçisinden seri boyunca yoksun kalan Efes, buna rağmen yine fazlaca geniş olan yabancı kadrosu sebebiyle kontenjana takılmamak için, her maç bir yabancısını kadro dışı bırakmak durumunda bırakılıyor, hemen her maça başka bir kadro, başka bir sistem ve stratejiyle çıkmak zorunda kalıyordu. Her maç bir kumar oynayıp, bir silahından feragat ediyorlardı ve maç bittikten sonra yanlış yabancıyı tribüne yolladıkları için saç baş yolmaları kuvvetle muhtemeldi her defasında. İlk iki maçı Kristic ve Saric çok iyi geçirdiler; ardından devreye hakemlerin (daha evvelki yazılarda da bahsettiğimiz) kronikleşen “yansız”, daha doğrusu her takımı eşit oranda mağdur eden hataları ve buna tepki gösteren koçlar, idareciler girdi. Ufuk Sarıca’nın hakeme ilk maçta “Yukarıda Allah var!” işareti yapışı, Engin Özerhun’un sansasyonel açıklamaları, oyuncuların birbirlerine saldıracak raddeye gelip ceza almaları gibi nice hadiseyi seyrettik.

 

ksk 4Bu sebeple ceza alan Heurtel 4. maça çıkamadı; aynı maçta Kristic belki de tüm kariyerini bitirecek bir sakatlık yaşadı ve sakat halde oyunu terk ederken, daha evvelki tepkileri ve karakteri sebebiyle, insanların sağlıklarını riske atabilecek denli kalabalıklaştırılan Karşıyaka tribünlerinden, dünyanın her yerinde ayıplanacak, hatta belki lanetlenecek bir reaksiyon aldı. Dahası, bu reaksiyona aynı seviyesiz ve terbiyesiz üslupla karşılık verdi. Peki, basketbol adına ne yaşandı? Karşıyaka, 1-1’den sonra İzmir’e taşınan serinin 3. maçın son periyodunda, Dixon ve Gabriel sayesinde 15 sayılık farktan geri dönüp maçı uzatmaya taşıdı, ardından da zafere uzandı ve herkese (yukarıda değindiğim gibi) maç sonlarında artık işlerin değiştiğini kanıtladı. Seri 2-1’e gelmişti bile. 4. maç yine bir sinir harbiydi. Kadroda Heurtel de yokken top getirip oyun kurmaya namzet tek kişi kalmıştı, o da, oyun kuruculuktan anladığı tek şey, basketbolda bir oyun kurucu pozisyonunun bulunduğunu bilmek olan Matt Janning’di. Saric’in ve Cedi’nin formu düşünce, yerlerini Perperoglou ve Birkan almıştı. Fakat Karşıyaka’ya karşı rotasyon avantajını kullanmak isteyen Efes, takım oyununa ve çabasına karşın, yedeklerinden, daha doğrusu her mevkideki oyuncusundan beklediği katkıyı alamadı. İvmeyi, aynı ilk beşi maç genelinde koruyan Karşıyaka ele geçiriyordu. Çünkü o ilk beş, bir oynuyor pir oynuyordu.

 

Kristic sakatlanınca, Lasme’ye bu yaşında ağır yük bindi. Gerçi Lasme o yükü layıkıyla taşıdı, fakat o sahada yokken artık yerini kimse dolduramıyordu. Perperoglou ve Janning hücumda var, savunmada yoklardı. Oyunun her yanını etkili oynayan tek kişi kalmıştı kadroda, o da, Birkan’dı. Hal böyle olunca, tüm düzeni ve rotasyonu bozulan Efes’te idare devreye girdi. İdare, tam tabiriyle, tam teşkilatlı bir manipülasyon başlattı toplumda ve Efes’i mağdur göstermeye uğraştı. Fakat Efes, senelerdir şampiyonluk yüzü görmediği için midir, yoksa o şampiyonluğu görmese bile (Euroleague A lisansı, sponsoru ve beklentisiz seyircisi sayesinde) maddi – manevi mevcudiyetine bir zeval gelmeyeceğinden ötürü müdür bilinmez, istediği etkiyi yaratamadı Federasyon üzerinde. Aksine, kara bantlar, Özerhun’un tepkisi, hakem hatalarından oluşturulan video ve zarf içerisinde yollanan ültimatom ters tepti. Üzerine bir de Ivkovic’in ve takımın maçı kazanma adına ekstra performans gösteremeyişi eklenince, demirden iradesi, “Hücum edilemez bir vücudun içindeki ölmez ruhu” ile Karşıyaka seriyi 4-1 kazanıp, tam 28 yıl aradan sonra şampiyonluğu kucakladı. Aynı zamanda, Tofaş Bursa’nın zaferiyle sonuçlanan 99-00 sezonundan bu yana şampiyonluğa ulaşabilen ilk Anadolu takımı olmayı da başardı. Hem de, rakiplerinin yaklaşık 1/10’ü ölçeğindeki bütçesiyle.

 

EFES KSK 14Karşıyaka cephesinde “Biyonik” Dixon, Diebler ve Strawberry, her maç kalitelerini bir şekilde konuşturdular. Palacios, dalgalansa da hiç durulmadı, son maçta patlamayı yaptı. Gabriel, patlayıcılığı ve Robert Horry’e selam çakan “clutch player”lığı ile serinin kaderini pek çok kez değiştirdi. Erkan, Barış, Yunus, Soner, Cemal, İnanç ve hatta Egemen, ellerinden geleni arkalarına koymadılar. Ufuk Sarıca gerekli her yerde doğru hamleler yaptı, Ivkovic gibi bir devin taktik zekası karşısında ezilmedi. Yukarıda değindiğim iki önemli engeli (Dixon’ın yorgunluğu ve bench ile ilk beş arasındaki kalite farkı) sahaya mümkün olduğunca yansıtmayarak, 3 senedir üzerine koya koya geliştirdiği misyonunu başardı. Artık sırada, daha da büyümek ve devler arenasına, Euroleague’e adım atınca başarılı olmak var.

 

Tabi bir de, irili ufaklı kelamlarla bahsini ettiğimiz ve şampiyonlukta muazzam pay sahibi olan bir seyirci faktörü bulunuyor, ve başlı başına incelenmeleri gerekir onların. Futbolda İzmir taraftarı çok parçaya ayrılır; Karşıyaka’sı, Altay’ı, Altınordu’su, Göztepe’si, Bucaspor’u vardır ve İzmir’in “yakaları” hiç barışmaz. Basketbolda ise, Aliağa Petkim ve Tuborg da gittikten sonra, Karşıyaka İzmir’in tek incisi, gözbebeği olmuştur. İşte basketbol, futbolda koyu çizgilerle ayrışan tüm bu taraftarları, “yakaları” bir araya getirir, birleştirir senelerdir. Ve uç tepkilerin membaıdır “birleşmiş” Karşıyaka taraftarları; kendilerini seneler evvel bol bol stattan kovan hakem Mehmet Keseratar hastalığını atlatıp görevine geri dönünce ona sevgi gösterisinde bulunurlar; Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde hükümete tepki adına İstiklal Marşı’mızı okudukları için darp edilirler; Özgecan’ımız katledildiğinde, onlar en anlamlı anma törenini stada taşırlar, sahayı çiçek bahçesine çevirirler. Fakat yeri gelir, yersiz kalan tezahüratlarını da dizginleyemezler, hatta Efes serisinde Kristic’in sakatlandığında yaşanan tabloda olduğu gibi, kantarın topuzunu haddinden fazla kaçırıp facialara imza atarlar.

ksk 100Fakat, ne olursa olsun, bir saniye için bile susmazlar, yorulmazlar ve desteklerini çekmezler. İşte bu taraftar, evvela Türkiye’nin en köklü camialarından birisi olan Fenerbahçe Ülker’in seyirci desteğine karşı takımlarını ezdirmedi; takımına kökten bağlı bir seyirci kitlesi bulunmayan, camiası veya bir spor kültürü bulunmayan münferit ekol Efes’e karşı da (tüm olumsuz davranışlara karşın) takımının en büyük avantajı oldu.

Evet, basketbol gibi sporlarda, seyirci desteği olmadan kaderi tersine öyle kolay kolay çeviremezsiniz. Efes bu hezeyanı bol bol yaşadı. Netice? İşler değişti, kahramanlar destan yazdı. İzmir, futbolda duyduğu başarı özlemini basketbolda giderdi. Her türlü takdirin üzerine çıkıldı. Karşıdaki yakalar bir araya geldi. Tarih dersleri, matematik denklemleri yeniden başlasın! Tebrikler Pınar Karşıyaka!

Yazarın diğer yazıları için tıklayın

mail : efe.ozenc@abcspor.com

twitter : @efe_ozenc

Son Haberler

FUTBOLUN BİTTİĞİ GÜN

Olmaz olsun böyle lig. Olmaz olsun böyle galibiyet. Yeter artık Fenerbahçe'nin bu ülkede maruz kaldığı muamele. Lanet olsun Fenerbahçe'yi senelerdir ırkçılık derecesinde...

Benzer Konular