Yepyeni adıyla BSL, çok enteresan maçlarla başladı. Hakemler gerçekten kötü yönetim sergiliyorlar, doğru, ama daha ilk haftalardan, büyük balıklar küçük balıklara “meze” haline gelebiliyorsa, ortada alışılmadık durumlar var demektir. Benim şahsi kanaatim, büyük bütçeli ve hedefli takımlarımızın, milli takımla Eurobasket 2013’te yaptığımız hatayı yaptığı yönünde; yani herkes final için hazırlanırken, ilk tur maçlarını düşünmüyor, nasılsa bir şekilde finale kalabileceğine inanıyor. Belki de bir parça “küçümsüyor” ilk turları ve oradaki rakiplerini. Onları finaldeki devler kadar “tedbir alınmaya layık” görmüyor. Hele ki, lig usulü oynanan uzun soluklu ve hataların telafi edilebileceği müsabakaların ilk başlarındayken..
Bir benzerini 2014 Dünya Şampiyonası’nda İspanya’dan görmüştük. Hatalarının bedelini ağır ödemişlerdi…
Çünkü hayatın tamamı gibi, basketbolda da, zırhınızı pek tutmadıkça, basamakları tek tek hesaplayıp çıkmadıkça, ve rakibe saygı duymadıkça, istediğinizi elde edemezsiniz.
Peki bu genelleme, tüm favori takımlar için geçerli midir? Aslında hayır. Hele Efes’i, tamamen müstesna tutmak lazım. Bu, Daçka ve Fenerbahçe’de, genel görünümün altında yatan, hani “bilinçaltı” diyebileceğimiz bir hovardalığın, rehavetin, umursamazlığın ve tutumun sebebi olabilir sadece. Ama belli başlı favorilerde çok daha kayda değer sorunlar var.
Fenerbahçe ile başlayalım. Strasbourg maçındaki umursamaz tutumun devamını, Torku Konya maçında da gösterdiler; dahası, Bayern maçındaki ilginç detay burada da tekrarlandı: Bir lig maçında, yerlilerden sayı katkısı gelmedi. Hem de hiç. 1996’dan beridir ilk kez oluyor bu. Yirmi yıl sonra, ilk kez. “Yerliler korktukları için daha fazla ilerlemek istemiyor” olamazlar herhalde; o yüzden satır satır maç anlatma sevdamdan kısa bir süre müsaade isteyip, minik yorumlarla açıklayayım kanaatimi:
Takımda her sene sil baştan kadro kurmanın getirdiği bir bocalama evresi, ve en kritik oyuncuyu, yani Bjelica’yı kaybetmekten doğan bir sistem değiştirme zarureti var. Bjelica, Avrupa’da eşine rastlanmayacak türde bir isimdi. Yeri doldurulamayacağından, yeni bir taktik ve sistem benimsendi. “Bu değişikliği önce Vesely fark etti” ve performansı azaldı. Ama daha genel bakarsak, eleştiri için biraz erken olduğunu anlarız. Nedeni besbelli; kadro, yeni bir kadro ve kolay bir kadro değil. Zira NBA kariyerleri olan, çok mühim başarılar elde etmiş egosu yüksek isimler buraya toplandı, büyük bedeller karşılığı oynatılıyorlar ve hem ücretlerinin (Kalinic, Antic ve Udoh gibi), hem de yıllardır bekledikleri fırsatın yarattığı sorumluluğun (Sloukas ve Datome gibi) ağırlığı altında ezilme tehlikeleri, onları henüz takım haline getirmekten alıkoyuyor.
Onlar ritmini bulamayınca, koç da bu egoları takım haline getirmeye çalışıyor, ki bu hiç kolay değil. Her yıldız potansiyelli basketbolcu, alıştığı rolden sapmayı sindiremeyebilir. Sloukas, Kalinic ve Udoh dışındaki her isim, kariyerlerinde bitirici halka, topun değdiği son el olmaya fazlasıyla alışmış isimler ve pasa dayalı bir ekibin bir parçası olmayı yadırgıyorlar. Karakterlerinden ziyade, alışkanlıkları problemli. Çünkü bu sefer de pas yapmak isterken işin suyunu çıkartıyorlar ve bilhassa Sloukas kendini göstermek isterken kendisinden hiç beklenmeyecek tercih hataları yapıyor. Udoh ise, yabana atılmamak için çapından büyük oynamaya çalışıyor. Fakat rolünü büyütmesine karşın henüz Avrupa’ya alışamadığı için o da kayıplarda. Bogdanovic ise… Serbest düşüşe devam ediyor. O’nun sıkıntısı bunlardan tamamen bağımsız. Lakin yine de bu, şu anki atmosferde nefes alabileceği anlamına gelmiyor tabi.
Takımın saha içi komutanı kim? Belirsiz. Dixon olamaz. O, komutan değil, “kiralık katil”, yani görevi verin, en kısa yoldan işini halletsin, ötesine karışmasın. Bu sistemde o’nun Melih’ten bir farkı olmadığı için, tıpkı milli takımda gördüğümüz tablo yaşanıyor ve Melih kayboluyor. Dixon da bitiriciliğe, Goudelock’lığa soyunuyor. Antic sadece atmaya, hem de uzaklardan atmaya şartlanmış. Datome, aslında sorumlulukları bir yerleşse bu takımın en büyük silahı olacak, ama henüz o da yalpalıyor. Takım birbirini bilmeyen oyunculardan kuruluyken, savunma takımca yapılmıyor. Bu da, her şeyin Obradovic’ten beklenildiği bir ilginç vatandaş-devlet ilişkisi yaratıyor oyuncularda. Şu ana dek de, Obradovic ağırlığını koyabilmiş değil. Maç sonlarını bile bu yüzden düzgünce ve bilinçli şekilde değil, zar atarak oynuyorlar. Bu ortam Vesely’ye de hiç yaramıyor haliyle.
Berk ve Ömer, daha çiçeği burnunda cevherler. Bu kaosta şu ana dek Ömer kendini gösterdi, ama takım için yetmez, kendisi için kafi – ikisinin de geleceği çok parlak. Barış; geçmiş yıllarda Serhat, Can, İzzet, İlkan gibi nicelerinin yaptığı hatayı yapıp, parayı ve tabelayı seçti, benche gömülmüş oturuyor. Daha sistem oturmamışken, sıra Barış’a gelemiyor elbette.
Onlar yaptı, ya biz, rakipleri küçümseyecek miyiz peki? Yani, her şey Fenerbahçe yüzünden mi? Sonuca onların hiç mi katkısı yoktu? Vardı elbette. Bayern biraz daha bilinçli olsa, Fenerbahçe’den bile daha kötü oynamazdı maç sonunu ve önde götürdüğü maçı kazanırdı. Strasbourg ve bilhassa Weems, çok akıllıca oynayıp işi bitirdi. Daçka zaten Fenerbahçe’den daha büyük bir kaosta. Torku Konya ise, tam tabiriyle “lamı cimi bırakıp, işine bakmayı” başardığı için, az ama öz oynayıp maçı kazandı. Doğruları yaptı. Hem de tıpkı Fenerbahçe gibi, yerlilerden hiç verim almamasına karşın…
Demek ki, rehavet de, sistemi ve rolleri oturtamayıp çerçeveyi çizememek de, şimdiki durumda başlıca birer sebep. Yoksa, Torku Konya’nın Brazelton ve (Vesely’e şahane bir blok koyan ama tertemiz bloğuna faul çalınan) Williams ile başardığını başarmak çok mu zordu Fenerbahçe için? Milli takımda bu yaz düşüşe geçen Kalinic, maçtaki hatalarını telafi etmek için son dakikalarda o kadar çırpınmasa, takıma zarar verir miydi? Tucker’a son topta faul yapacak kadar gafil olur muydu? Rakibe 3 kolay sayı imkanı verip maçı kaybettirir miydi? Son hücumda Vesely’ye inen pas bu kadar iğreti olur muydu? Sanıyorum ki, hayır. Peki ya, Konyaspor gibi düz ve çabuk oynayan bir takımın, pasa dayalı Fenerbahçe’den 9 asist fazla üretmesinin başka bir izahatı olabilir mi?
Geçelim Daçka’ya. Burası daha da karışık, çünkü oyuncuların hiçbirisi tam manasıyla birer yıldız değiller ve her biri, Gordon ve M. Bjelica gibi isimlerin go-to-guy’lık yapmalarına bel bağlayarak oynuyor. Serhat ve Mehmet tutunmaya çalışıyor, Oğuz ve Semih yitip gidiyor. Çünkü sistem, bu kalabalıkta yapayalnız kalıyor. Semih de yine aklını sahaya veremiyor. Gordon yokken, guarda baskı ve organize savunma da hayal oluyor. Parlayan yıldızlar, Emir, Bjelica ve Serhat. Bir görünüp bir kaybolan günlük taşıyıcılar, Harangody, Gordon, Redding ve Slaughter. Sönenler, Ender, Mehmet, Markoishvili, Semih ve Oğuz. Kısa ve öz tablo, bu.
Neden mi? Emir ve Bjelica, kendi oyunlarını da oynayabilen kallavi görev adamları. Hücumdaki ilk tercih belirsizken sahne alıp bir süre sürükleyebiliyorlar takımı. Ayırca takımın yarısı Emir’in eskiden beri takım arkadaşları ve nerede ne pas vereceğini biliyor onlara. Ama Harangody’ye ağırlık vermeleri, Slaughter’ı da ödüllendirmeleri şart. Fenerbahçe kadro darlığından, Daçka ise kadro genişliğinden dolayı bir kısırlık yaşıyor diyebiliriz. Ayrıca Daçkalılar çok kötü faul atıyorlar. Fenerbahçe’deki gibi etrafa boş boş bakan oyuncular da hem rehaveti, hem de henüz oturmayan kadro dinamiklerini anlatır cinsten (bkz. Markoishvili). Ve ilaveten, takımın tek hakiki oyun kurucusu olan Mehmet de sadece bu maçta benchte çürütülmedi, o da Gordon yok diye.
Yani, Uşak Sportif son periyoda dek bu kadar kötü dış şut atarken ve sadece tek pas üzerinden atışa giderken Daçka’nın farkı açamamasına şaşmamak lazım. Eğer Can Korkmaz ve Harrison böylesi evladiyelik birer performans için son periyodu beklemeseler, zaten maçta heyecan olmazdı ve Uşak güle oynaya kazanırdı. Çok güzel bir maç izlettiler, ve yanlış hücum tercihlerine rağmen (ve de toplamda takım halinde 5 civarı asistte kalmalarına karşın) yine de maçı kazandılar. Görevler belliydi çünkü. Sistem birdi ve tekti. Az ve öz olmanın avantajını kullandılar. Khem Birch ise yeni Pete Willams olacak; bunu her fırsatta dile getireceğim, zira beni yanıltmıyor. Birch, yüz yüze olsun, arkadan veya sonradan müdahalelerle olsun, daha şimdiden muhteşem bir savunmacı ve blok üstadı olduğunu gösterdi bize. Ribauntları ve takipçiliği de cabası (Yanına Kadeem Batts ve Kahiem Seawright’ı da ekleyebilirsek, Larry Richard ve Conrad McRae’yi de yeniden buralarda görebiliriz).
Uşak açısından bakarsak, D’angelo Harrison son periyotta yıldız gibi oynadı, gitti, maçı aldı. Maçın esas kahramanı, yani Can Korkmaz ise aldığı inisiyatiflerle ekstra katkı yaptı. Kadrodaki playmaker eksikliğini doldurabilmeleri için Can şart. Hiç pas yapmıyorlar aksi halde – son periyota dek sadece 2 asisti vardı Uşak ekibinin. 6/22 üç sayı atmaları da cabası ve bu asist kıtlığının yansıması olsa gerek (ki bu yüzdeleri son periyotta bir nebze düzeltebildiler; zira Can tek başına 3/5 üçlük attı, ve Can ile Harrison arka arkaya 3 üçlük ile farkı 7.18 kala 1’e indirdi, es geçmeyelim). Bir de son 30 saniye kala çaldığı topla işin seyrini değiştirdi Can. Ve sonrasında resmen saçmalayan Ender ve Bjelica sayesinde Uşak Daçka’yı yenmiş oldu (72-70). Can’a tebrikler. Uşak’a tebrikler. Şaşırmadım, ve açıkçası sevindim.
(Not: O maça dair bir ufak merakım var: İkinci periyodun bitimine bir dakika kala, Mesut Ademoğlu’na hakikaten tuhaf bir teknik faul geldi; tuhaf diyorum, çünkü gözle görülür bir aykırılık yoktu ortada (demek ki sesli bir tepki vardı kaçırdığı şutun ardından). Bu durumu pozisyon tekrarlarında bile anlayamadım.)
Son olarak, Efes ve Banvit için de iki kelam edelim. Yukarıdaki iki favorinin aksine, çok iyi bir yapılanmayla sağlam bir kadro kurdular ve birer ikişer meyvelerini topluyorlar. Cedi ve Doğuş’tan şu an faydalanamamaları onları biraz geriye çekiyor, fakat Furkan çok iyi oynuyor ve Birkan dışında formsuz kimse yok takımda. Derrick Brown, biraz da savunma yapabilirse, Brian Howard günlerinden bu yana Efes’in aradığı o şahane 4 numaraya dönüşecek. Dunston ve Tyus yavaş yavaş rollerine alışıyorlar ve Dunston’ın birebir müdafaa kabiliyetleri de etkisini gösteriyor – show up’a çıktıktan sonra bu kadar çabuk ve etkili biçimde tuttuğu uzuna geri dönebilen, pozisyonda hem penetreciyi hem de uzunu aynı anda bu kadar iyi karartabilen başka bir isim yok gerçekten. Ne BSL’de, ne de Avrupa’da.
Granger ise günden güne serpiliyor, hak ettiğini alıyor. Diebler şahane bir tamamlayıcı olmayı sürdürüyor, ne gerekirse onu tez elden layıkı veçhiyle yapıyor. Bir tek Saric’in gitgide takımla iletişiminin koptuğunu, hücumda tek yönlü bir oyuncuya “evrildiğini” ve bu yüzden de skor opsiyonu olarak gerilere düştüğünü söyleyebiliriz. Ahmed El Dwairi (Ali Düverioğlu) ise, Emircan ile teknik ekibin arasında doğan buhranı oldukça iyi değerlendirdi ve gösterişsiz ama net oyunuyla yine çift haneleri görmeyi başardı.
Banvit’e gelince. Fortson her haliyle Rowland’dan iyi. Ama neticede bir kumar. Ve Slaughter ile dengelenemedikçe işler çığırından çıkabiliyor. Çünkü Fortson ivmelenip çok fazla top kaybediyor, tercih hatalarının ardı arkası kesilmiyor. Tolga ve Slaughter bu maçta olduğu gibi kontrolde söz sahibi olurlarsa, Fortson’ın da gücünü sadece iyilik için kullanmasını sağlayabilirler. Tolga, şu anda benim görmek istediğim seviyeyi yakalamış. Umarım böyle maçlarda da hak ettiği dakikaları kapmayı sürdürür. Moerman – Vidmar ikilisi savunmada henüz çok uyumsuz, ama Moerman çok tehlikeli bir MVP olduğunu an be an gösteriyor. Küçümsenmeye gelemeyeceğini, hem ilk yarının hem de maçın bitiminde soktuğu şutlarla gösterdi ve maçı Banvit’e kazandırdı. Johnson’ı parlatmaları için Tolga ve Fortson’ın boyalı alana Johson’ı hareketlendirecek tarzda (yani önüne) paslara ağırlık vermeleri ve Johnson’ı potaya yönlendirmeleri gerek, ki Johnson’ın farkı görülsün. İyi direndiler ve şans da onların yüzüne güldü, kazandılar. İki takımın da hak ettiği bir maçtı, Banvit tebriklerimizi alan taraf oldu.
Maça dair konuşulacak daha pek çok irili ufaklı nokta var. Ama favori gösterilen dev takımlara bakarsak, Efes’in Fenerbahçe ve Daçka’dan ayrıldığı çok bariz bir durum da söz konusu: Efes’in bu maçta net bir şekilde yanlış yaptığı herhangi bir husus yoktu – Heurtel’in eski alışkanlıklarını sürdürüp arada derede kaldırıp attığı şutlar yüzünden harcadığı boş ve taze pozisyonları saymazsak. Hakikaten maçın genelini doğru oynadılar. Banvit de öyle yaptı. Ama Efes de, son saniye basketiyle tökezleyip yenilmiş ve Fenerbahçe ve Daçka ile aynı kaderi paylaşmış oldu. Onları aynı kefeye koymak hata olur. Çünkü bazen, yenilmenizin sebebi yanlış yapmanız değildir. Doğruları yapsanız bile, rakibiniz sizden daha iyi oynamıştır ve hataları size yaramamıştır, hepsi bu…
Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın
mail: efe.ozenc@abcspor.com
twitter: @efe_ozenc