Aynaya Bak ve Önce Kendine Sor!
“Futbol bir sanattır, bir keyiftir; topu tekmelemek değildir. Takımıma faul yapmalarını, onu bunu tekmelerini ve şaibeli bir şekilde gol atmalarını öğütlemektense, o maçı kaybetmeyi yeğlerim..”
1982 Dünya Kupası’nda Paolo Rossi hat-trick’ini tamamlayıp Brezilya’yı evine, İtalya’yı bir üst tura Nou Camp’ta Polonya karşısına gönderdiğinde futbolun romantizm çağı kapanmış ve realizm evresi başlamıştı. Yukarıdaki sözlerin sahibi olan Brezilya Milli Takım Teknik Direktörü Tele Santana’nın Zico ve Dr.Socrates temelinde kurduğu “joga bonito (güzel oyun)”ana felsefesini girişte okuduğunuz mentaliteden alıyordu ama o gün kazanan bunun tersini düstur edinmiş olan İtalyanlar oluyordu.
Sadece o gün mü kazanıyorlardı yoksa bundan sonra hep onlar mı kazanacaktı?
O günden sonra Avrupa’nın sonuç almaya endeksli pragmatik düşünce yapısı her alana olduğu gibi futbola da sirayet etti. Brezilya bile o günden sonra bu mantığa sırt çevirerek kendi Avrupalılarını işin başına geçirdi. Çünkü kendi “joga bonito”larını alt eden İtalyanlar Dünya Şampiyonu oluyor ama kendileri sadece gönül kazanmaktan öteye gidemiyordu. İşte bu Brezilyalı Avrupalılardan biri de daha sonra 1996 yılında ülkemize gelerek FB’yi şampiyon yapacak Carlos Alberto Parreira idi. İlk Brezilya Milli Takımı denemesi başarısız da olsa, 1994 yılında ülkesini California’da Dünya Kupası’na taşıyacaktı. Pareira futbolu, Brezilya forması giyen Brezilyalı futbolcuların bir İtalyan takımı mentalitesi ile oynadığı bir futboldan öteye gidemiyordu ama kaderin cilvesi olsa gerek, kupa, sıkıcı geçen ama yine bir İtalya maçı sonrası geliyordu.
O günlerden bu günlere 30-35 sene geçti; büyüyen futbol endüstrisindeki aktörler, kurallar, parametreler, oyuncular, antrenman metotları hep değişti ama sonuca ulaşmanın öncelik olması gerçeği hiç değişmedi.
Futbolu 1982 yılına döndürmeye çabalayanlar yok değil ama bu istisna hocalar azınlıkta kalıyor. Joga bonito’yu tiki taka olarak tedavüle sokan Barcelona ekolünün son temsilcisi Pep Guardiola’nın geçtiğimiz hafta Manchester City-Napoli maçı akabinde ağzının kulaklarına değiyor olması kazanılan maç için değildi. Mutluluğunun sebebi karşısında Maurizio Sarri gibi bir aykırı İtalyan hocanın, bir İtalyan takımına joga bonito oynatmasından duyduğu hazdı. Sarri maç öncesi Guardiola’yı Sacchi ile kıyaslamış ve devrimci kişiliğine vurgu yapmıştı. Guardiola ise ‘Tele Santana’vari bir yaklaşımla maç sonrası Sarri’ye teşekkür ederek, oyunu güzel oynayan ve oynatan insanları görmenin futbolun geleceği açısından önemine dem vuruyordu.
Bu girizgahtan sonra hafta sonu oynanan GS-FB maçına bir de bu çerçeveden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bir tarafta tüm rahle-i tedrisatını İtalya’da almış bir Tudor öte tarafta ise Pareira döneminde kariyerini olgunlaştırmış ve İstanbulspor oyuncu-menajerlik döneminden beri Türk Pareira olmayı kafasına koymuş ve bunu kısmen de olsa başarmış bir Kocaman vardı.
Tudor, sezon başından beri, temasa dayalı orta saha oyununu Orta Avrupa ekolü olan ortadan ve kanatlardan hızlı çıkışlara endeksleyerek bir taktiksel planlama içinde olsa da hakem Çakır’ın da müsamaha göstermemesi sebebiyle planını sahaya yansıtamadı ve beraberlik oyunu ile yetindi.
Karşı tarafta ise Konya’nın başındayken katıldığı bir TV programında ‘dikine futbol diye bir şey çıkardılar bu gerçekçi değil’ diyecek kadar ihtiyatlı futbol yanlısı Kocaman’ın sabrı temel alan oyununu izledik.
Peki bu sürpriz miydi?
Öyle haftalar öncesinden konuşmaya değecek bir şey var mıydı? Bunu tartışmak lazım.
İki hocanın da beyinlerinin arkasındaki tedbir ve tırnak içinde ‘korku’ tüm kariyerleri boyunca onları takip edecek ve özellikle önemli maçlarda onları esir alıp oyun anlayışlarına yön verecek bir husustur, çünkü futbol oynarken bu tedrisatı kendilerine örnek alarak hocalık kariyerine adım atmışlardır. Bu sebepten bu tip maçlarda iyi oyun, bol gol beklemek hayalcilikten öteye gitmez. İlk golü atanın kazanacağı sıkıcı maçlar olarak sahneye konur ve kimseyi tatmin etmez. Ancak 1 hafta boyunca medya ve günlük hayatı meşgul ettiğiyle kalır ve olan da boş yere gerilen futbol severlere olur.
Peki kulüplerimiz joga bonito’yu düstur edinen hocalar neden getirmezler de bu tip sıkıcı hocaları getirirler? Bu soruyu aslında taraftarın önce kendine sorması lazım zira taraftar sonuç değil de güzel oyun istediği gerçeğini ayna bakarak önce kendine anlatmalıdır. İki hafta mağlubiyetten sonra istifaya çağrılan yönetimler neye güvenerek yatırımlarını sonuçtan ziyade oyuna yaparlar? Hele ki her puanın para kazandırdığı bir Süper Ligi gördükten sonra, bir avuç dolar için futbolu, güzel oyunu kimse takmıyor maalesef.
Bu yol ayrımını yaptıktan sonra zaten iyi planlama ile başarı uzun vadede gelecektir. Sistemin temellerinin atılması başarıyı bir şekilde kaçınılmaz kılacaktır. Bugün City yönetimi Guardiola’ya sabır göstermese, Napoli geçen yıl Sarri’yi gönderse ya da Barcelona Cruyff’a zamanında o yetkileri vermeseydi, ki bu tip örnekleri çoğaltabiliriz, biz pragmatik oyunlara mahkûm kalacaktık.
Ne yazık ki ülkemizde çok nadiren gördüğümüz bu yaklaşımın artması gerekir. Futbola bu kadar yatırım yapan bir ülkenin, bu futbola mahkûm bırakılmaması gerekliliği en başta futbol severlere dert olmalıdır. İlk itirazı onlar etmeli ve yönetimleri bu yöne itmelidirler. Aksi takdirde kısır döngüye mahkûm kalır, kendimiz çalar kendimiz oynar, evimizde oturur ve ancak ekran başından bu heyecana ortak oluruz.
Bir gün joga bonito’nun da bu coğrafyaya uğraması dileğiyle…
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir hafta diliyorum…
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78