1– Galatasaray tarihinde bir tek maçın bir anını değiştirmek isteseniz hangisi olurdu ?
Bu aslında kolaylıkla cevaplanabilecek bir soru değil, yaklaşık 40 yıldır takip ettiğim Galatasaray’ın sonucunu değiştirmek isteyeceğim pek çok maçı var elbette.
Ancak sanırım benim tek bir anını değiştirmek isteyeceğim maç 1991-92 sezonunda, Kupa Galipleri Kupası’nın çeyrek finalinde oynadığımız Werder Bremen maçı ve onun son saniyesindeki pozisyon. Evet, Rotariu’nun kalenin ağzında basiretinin (ve ayaklarının) bağlandığı o pozisyon.
Bu kadar maç içinden bunu mu buldun diyenler olabilir. Ancak unutulmasın o yıllarda her hangi bir Avrupa kupasında yarı finale çıkmak öyle her sene yaşanılan bir başarı değildi. Aslında o zamanlar 90 yıllık olan futbol tarihimizde sadece bir kez erişebilmiştik yarı finale. Ve işte bu maçta da yarı finalin kapısından dönmüştük, hem de son saniyede.
Ve belki de o buz gibi soğuk ve karlı Mart gününde, çok daha büyük bir şeyi kaçırmıştık. O yıl Kupa Galipleri Kupası’nı, o gün elendiğimiz Werder Bremen kazanmıştı. Hem de yarı finalde Club Brugge, finalde ise Monaco gibi iki “dişimizin göre” takımı eleyerek…
Bu iki takımı bizim de elememiz sürpriz sayılmazdı…
Yani o top o kaleye girse, ulus olarak ilk Avrupa kupamız belki de 8 sene önce gelebilirdi…
2- Galatasaray’da izlediğiniz en büyük golcüler hangisidir ?
İlkine göre cevaplaması çok daha kolay bir soru. Google’dan Türk futbol tarihinin en çok gol atan oyuncuları listesini çağırdığınızda cevabı da otomatikman buluyorsunuz: Hakan Şükür, Tanju Çolak ve Metin Oktay.
Rahmetli Metin Oktay’ı canlı izleme fırsatım olmasa da diğer ikisini yüzlerce kez izledim. Tanju’nun inanılmaz gol becerisine rağmen, neden takım oyununa katılamadığını, savunmaya yardımcı olamadığını, pres yapamadığını; bir de bunları yapabilse nerelere gelebileceğini hala düşünürüm.
Hakan’ın ise, Tanju’nun tam tersine, limitli gol becerisini mükemmel bir profesyonellik anlayışı ve saha içi efor ile rekorlara dönüştürmüş olması her sporseverin üzerinde düşünmesi gereken bir şeydir.
Bu isimlerin yanı sıra canlı izleme şansı bulduğum bir özel ismi de eklemeden geçemeyeceğim: Super Mario Jardel! Hayatımda gördüğüm en kolay gol atan insandı. Geldi, bir sezon oynadı, sepet dediler, bidon dediler, takımdaki papazlar pas vermedi, sezonun 3’te birinde oynatılmadı vs. ama O, o tek sezonda tam 32 resmi gol attı ve gitti…
Jardel’i en iyi anlatan anı Pascal Nouma’dan gelmişti:
Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ndeki rakiplerinden Paris Saint Germain İstanbul’a gelir. O sırada Beşiktaş’ta top koşturmakta olan Pascal Nouma da eski takım arkadaşlarını ve hocasını ziyaret etmek için kaldıkları otele gider. Teknik Direktor Louis Fernandez Pascal’e Jardel’in durumunu sorar. Pascal şu cevabı verir: Maç boyunca adam sahada mı değil mi anlamıyorsunuz. Maç bitiyor, tabelaya bakıyorsunuz, skor 2-0, iki golü de Jardel atmış.
3- Peki Galatasaray’da izlediğiniz en iyi kaleci hangisidir ?
Sırasıyla Zoran Simoviç, Claudio Taffarel, Faryd Mondragon ve Fernando Muslera dörtlüsü Galatasaray’da izlediğim en büyük kaleciler. Şu dört ismi birbirinden ayırma derseniz cevaplaması çok kolay. Ama hayır, mutlaka içlerinden birini seç derseniz o zaman iş çok zorlaşır.
1984 Avrupa Şampiyonası’nda sergilediği kötü performansı Galatasaray için şans olan Zoran Simoviç, belki de 70 ve 80’li yıllarda çok moda olan Yugoslav futbolcu transfer furyasının en sansasyonel ismiydi. Geldiği ilk sene kötü başlayıp kaleyi kaptırmasına rağmen sezonun ikinci yarısında giydiği formasını tam 6 sene çıkarmadı. 2 lig, 2 kupa şampiyonluğu ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Şampiyonası’nda yarı final oynama başarılarına direkt katkı verdi.
Claudio Taffarel de kariyerinin sonlarına doğru, koltuğunun altında bir dünya bir de Kupa Galipleri Kupası ile geldi. Galatasaray’da oynadığı 3 sezonda biri UEFA, biri Süper Kupa olmak üzere tam 8 kupa kazandı. UEFA Kupası finalinin uzatmalarının son bölümünde her şeyi bitirebilecek olan Thierry Henry’nin kafa şutunu kurtardı ve Türk futbolunda bir devri başlattı. Ülkemizdeki bazı kerameti kendinden menkul spor (!) yazarlarının “Brezilya’dan kaleci mi çıkar” diye eleştirdikleri Taffarel, dünyanın en büyük futbol markalarından biri olan Brezilya Milli Takımı’nın kalesini tam 6 yıl korudu. Ve hafızam beni yanıltmıyorsa Türkiye’ye gelen yabancı oyuncuların içinde bir dünya kupası kazanmış olan ilk yabancıydı.
Ali Faryd Mondragon Taffarel’in hemen arkasından Galatasaray kalesine geçmenin zorluklarını yaşadı başlarda. Hem fiziği hem tarzı Taffarel’den çok farklıydı. Kariyeri parlak değildi, Güney Amerika’nın muhtelif ligleri, kısa bir La Liga ve Ligue 1 deneyiminden sonra yolu Galatasaray’a düşmüştü. Kolombiya Milli Takımı’nda da Cordoba’nın arkasında neredeyse pas tutmuştu. Geldi, 6 sene oynadı, 2 şampiyonluğa direkt katkı verdi. İçindeki Latin ateşini taraftara yansıttı. Rakip taraftarlar tarafından da sevildi, iz bıraktı ve böylelikle bu yazıdaki yerini de almış oldu.
Fernando Muslera’nın neden Galatasaray’a geldiğini hala tam olarak anlayabilmiş değilim. Mondragon sonrası sıkıntılı geçen, Leo Franco’lu, Zapata’lı yılların ardından 2011 yazında Lazio’dan transfer edildi. 2010 Dünya Kupası’nda yarı final oynayan Uruguay’ın kalesinde sergilediği performans yüzünden Galatasaray’a geleceğini hiç zannetmiyordum ama geldi. Bu kadar iyi bir kalecinin, bu kadar genç yaşta (25 yaşındaydı), neden geldiğini anlayamadığım o günlerde sıkı bir Lazio taraftarı olan bir arkadaşım şu bilgiyi verdi: 10 tane kurtarır, bir tane komik gol yer, bütün kurtardıkları ziyan olur! Galatasaray’da hiç de öyle olmadı. Oynadığı 9 sezon boyunca tek başına kazandırdığı maç sayısı, yediği hatalı gol sayısının kat be kat üstünde olan başka hiçbir kaleci görmedim. Ayrıca tamamlanmış olan 8 sezonda tam 5 şampiyonluğa direkt etkisi olduğu da unutulmamalı. Oynadığı 9 sezonda, o da ilk ikisinde olmak üzere, sadece iki kırmızı kart gördü, onları da kavga gürültüden değil, pozisyon gereği gördü. Futbolu dışında hiçbir konu ile gündeme gelmedi.
Bu dört kaleciyi birbirlerinden ayırmak istemememin altında yatan temel sebep de bu zaten. Hiç birisi saha içinde çirkinleşen tip oyuncu değildiler. Hepsi de en fanatik rakip taraftarlar tarafından da saygı görürlerdi. Hepsi de işinde çok başarılıydılar, kulübü çok sever, taraftar ile özel bağlarını hiç koparmazlardı.
Ne mutlu biz Galatasaray’lılara ki bu dört büyük kaleciyi armamız altında izleyebildik ve hala izliyoruz.
4- Stadyumda izlediğiniz en unutulmaz maç hangisidir ?
Galatasaray’ın tarihinde zirveyi oluşturan son 35 seneyi canlı izleyebilmiş olan şanslı bir jenerasyona mensup olduğum için cevaplaması son derece güç bir soru ama cevabı sanırım biliyorum ve o gün de stattaydım.
3 Kasım 1999, Ali Sami Yen Stadı, Galatasaray-Milan, Şampiyonlar Ligi grubunun son maçı. Galatasaray 4 puanla sonuncu, Milan ise (ki bugünkü Milan’a benzemez, Shevchenko’lu, Weah’lı, Boban’lı, Bierhoff’lu dev bir Milan) 6 puanla üçüncü.
Milan kazanır ve Hertha Berlin de kaybederse Milan Chelsea ile birlikte CL grubundan çıkacak, Hertha Berlin ise UEFA (şimdiki adıyla UEL) Kupası’na geçecek. Biz zaten sonuncuyuz.
Maç berabere biterse Hertha CL’de devam edecek, Milan ise UEFA’ya geçecek. Biz hala sonuncuyuz.
Galatasaray kazanırsa UEFA’ya devam edecek ve Milan elenecek (ki tarihlerinde sanıyorum daha önce ilk turda elenmişlikleri yok ya da tek tük’tür o güne kadar)
Maç başlıyor, Galatasaray başı kesik tavuk gibi, Milan biraz bastırmamıza izin verip kontrataklarla vurma niyetinde. Öyle de oluyor, 20. Dakikada o gün sol bekte oynayan joker oyuncumuz (o sezon 4 farklı pozisyonda oynamış olan gerçek emekçimiz) Ahmet Yıldırım’ın yanından tren gibi geçen Andriy Shevchenko’nun ortasını tek vuruşta ağlara gönderen George Weah ile öne geçiyorlar. Gol sevincinde formasını çıkaran Weah’ın içinden ikinci bir forma daha çıkınca sarı kart da yemiyor. O sırada Hertha Berlin de Chelsea deplasmanında 1-0 geride ve dakika 20 itibari ile Milan Şampiyonlar Ligi’ne devam ediyor, Hertha UEFA yolcusu, Galatasaray ise eleniyor.
27. dakikada o sezon 7 gole imza atmış olan gizli santrforumuz, sağ bek Capone ile skoru 1-1’e getiriyoruz. Hertha Berlin hala mağlup, Dk. 27 itibari ile Hertha Berlin CL’ye, Milan UEFA’ya gidiyor, Galatasaray ise eleniyor.
Dakika 51’de, sonradan Beşiktaş forması da giyerek Türkiye’de oynamış ilk İtalyan futbolcu ünvanını da alan, Federico Guinti skoru Milan lehine 2-1’e getiriyor. Hertha artık 2-0 geride ve 51. Dakika itibarı ile Milan CL’ye, Hertha ise UEFA’ya devam edecek, Galatasaray ise artık elendi sayılır.
O dakikadan sonra tıngır mıngır devam eden maçta Marcio’yu da oyuna alarak çift santrfora dönen Galatasaray oyuna ağırlığını koymaya başlıyor ve ufak ufak gelen gol sinyalleri taraftarı da başka bir seviyeye çıkarıyor, başlıyoruz Milan surlarını dövmeye.
Ve o son 20-30 dakikada, taraftarın içinde hiç sönmeyen o inancı ve sürekli artan ses seviyesini size anlatmam zor. Bir tribün her şey bu kadar kötüyken bu kadar mı inançla maça saldırır?
86. dakikada Hakan Şükür sol kanattan gelen bir ortaya uçarak kafayı vuruyor ve 2-2!
Bu golde Ali Sami Yen Stadı’ında patlayan gol sesini size nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Yaklaşık 15 dakikadır dalga dalga gelen ataklarımız, kaleci Abbiati’nin elinde eriyen birkaç şansımız ve her şey birazdan bitecek derken gelen o gol sesi, anlatılamaz!
Gol sesi muhteşem olsa da ne yazık ki golün bize her hangi bir faydası yok. Hertha Berlin hala mağlup, Dk. 86 itibari ile Hertha Berlin CL’ye, Milan UEFA’ya gidiyor ve biz ise hala eleniyoruz.
Bir iki cılız Milan atağı yüreğimizi ağzımıza getiriyorsa da baskımız sürüyor ve uzatma dakikaları başlamışken, sağdan gelen ortaya yükselmek isteyen Hakan Şükür’e havada yapılan bir çekme ve normalde penaltı çalınmasa 10 sene ağlamaktan başka hiç bir şey yapamayacağımız o kritik pozisyonda hakem Lopez Nieto penaltı düdüğünü çalıyor!
O penaltı golü ile Galatasaray CL grubunda üçüncülüğü elde edip, UEFA Kupası’na gidiyor ve aynı Lopez Nieto’nun yönettiği final maçında Arsenal’i penaltılarla geçerek Türk futbol tarihini bir kez daha değiştiriyor!
Düşünün ki, 85. Dakikada Milan CL’ye devam ederken, Galatasaray eleniyor. Sadece 5 dakika sonra Milan elenirken, Galatasaray Avrupa macerasına devam ediyor, hem de ne devam!
Ve ben oradaydım!
Ve işte bu maç, Milan’ın efsane kaptanı Maldini’nin “Beni hiç kimse o statta sadece 20 bin kişinin olduğuna inandıramaz” dediği maçtır…
Dahası, bu maçtan tam 16 ay sonra aynı statta, aynı Milan’ı 2-0 yenerken, Türk futbol tarihinde ilk ve son kez tribünler “İşte böyle, her sene böyle, Milan’a da böyle” çekerken de oradaydım!
5- Peki en unutulmaz teknik direktörü de rica edelim
Teknik direktörlük bana göre kalecilikten de daha nankör bir meslek. Neden derseniz bugün Fatih Terim’e taparcasına bağlı olanların 2002-03 ve 2003-04 sezonlarında Fatih Terim hakkında neler düşündüklerini de onlara bir sorun derim.
Gelelim sorunun cevabına…
Galatasaray için “en unutulmaz teknik direktör” koltuğuna aday olan isimler az çok belli: Kronolojik olarak sıralayacak olursak, Brian Birch, Jupp Derwall, Mustafa Denizli ve Fatih Terim…
Brian Birch’ün Galatasaray’ını izlemeye yaşım yetişmese de Türkiye Ligi’nde üç sene üst üste şampiyon olmanın kolay iş olmadığını görecek kadar çok yaşadım. Zaten bunu sadece 3 Teknik Direktör başarabildi bugüne kadar: Brian Birch, Gordon Milne ve Fatih Terim.
Jupp Derwall ve Gordon Milne Türkiye’de futbol olarak oynadığımız ve izlediğimiz şeyin yanlış bir ürün olduğunu bize gösterdiler. Hücum presin, altyapının önemini ise sadece göstermekle kalmadılar, uygulamalı olarak ispat ettiler. Bülent Korkmaz’lar, Metin-Ali-Feyyaz’lar ve hatta Sergen Yalçın’lar onların açtığı bu kapılardan geçerek tarihteki yerlerini aldılar. İlk uluslararası başarılar bu iki dev teknik direktör sayesinde geldi.
Onları takip eden jenerasyondan (ve aynı zamanda onların öğrencileri de olan) Mustafa Denizli, Şenol Güneş ve Fatih Terim ise bayrağı daha da yukarılara taşıdılar. İnsan olarak sever ya da sevmezsiniz (ben hiç birini sevmem, oturup rakı bile içmem hiç biriyle mesela) ama türk futbolunun en büyük başarılarına imza attıklarını da inkar etmemelisiniz…
Çok şükür ki bir Galatasaray taraftarı olarak bu yazıda ismini zikrettiğim 5-6 ismin çoğunu, aşığı olduğum arma ile seyretme şansını yaşadım.
Bunlardan 1988 Galatasaray’ının ve 2000 yılı Galatasaray’ının verdiği hazzı anlatmam –hele ki “karşı kıyı” taraftarlarına- oldukça zor.
Sorunun cevabına gelirsek, Türk futbolu adına devrimsel etkisiyle Derwall, tarihi değiştiren imzasıyla da Fatih Terim derim.
6- Galatasaray’ın En Unutulmaz Transferi desek?
Cevabı sorudan kolay, 1984 yazı. Ben de yaşıtlarımın tamamı gibi Euro 84’ü gözümü bile kırpmadan seyretmiştim. Platini’nin o inanılmaz dominasyonunu, Elkjaer Larsson’un performansını (ve yırtık şortunu) ve finalde İspanya kalecisi Arconada’nın o hatasını o turnuvayı izleyen hangi futbolsever unutabilir?
O turnuva bittiğinde, belki de kariyerinin en talihsiz dönemini yaşayan iki ismin yolunun Galatasaray’a düşeceğini kim tahmin edebilirdi ki?
O günü hiç unutmayacağımı biliyorum…
Her gün aldığımız Miliyet gazetesini, her zaman olduğu gibi, en son sayfasından (spor sayfasından) başlayarak okuyordum. Ve sayfayı açar açmaz ilk gördüğüm şey: “Simoviç Galatasaray’da” başlığıydı!
O zamana kadar Türkiye’ye onlarca Yugoslav futbolcu gelmişti ama hepsinin ortak özelliği, futbolun emeklilik çağına ermiş, 30 yaş üstü (zaten o günlerin Yugoslavya kanunlarına göre, 30 yaşını geçmemiş oyuncuların yurt dışına transferleri de yasaktı), hafif göbek bırakmış (bkz. Hodzic ve Şekerbegoviç), veteran oyuncular olmalarıydı.
Ama Simoviç başkaydı, daha bir hafta önce televizyonda canlı yayında izlemesem, Galatasaray’a geldiğine inanmazdım. Evet 30 yaşındaydı ve Euro 84’te berbat bir performans sergilemişti ama o Yugoslavya Milli Takımı’nın ilk kalecisiydi!
Ben daha bu şoku atlatamadan, birkaç hafta sonra Milliyet’in spor sayfasını açtım ve ne göreyim?
“Derwall Galatasaray’da!”
Yok canım, mümkün değildi. Kocaa Batı Almanya Milli Takımı’nın, hani o hepimizin mahalle maçlarında Rummenigge, Breitner, Schumacher olduğumuz takımın hocası?
Gerisi tarihte yazılı zaten…
7- Rakiplerde oynayan ve çok beğendiğiniz, ah keşke Galatasaray’da oynasaydı dediğiniz, oyuncular var mı?
Olmaz mı?
Aslında her rakipten birkaç isim sayabilirim ama sorunun gerçek cevabı şu isimdir:
Bir önceki soruda anlatmaya çalıştığım ruh haline, siz gelin bir de çocukluğunun tamamında kaleye her geçtiğinde Schumacher olduğunu hayal eden gencin, 1988 yazında Schumacher’in ezeli rakibe transfer olduğunu öğrendiği anda hissettiklerini ekleyin.
Ben o sezon, hasta bir Galatasaraylı olarak, okulu ilk dönem 15 gün kırıp, her kırdığımda Fenerbahçe idmanlarına gittim.
Okulun ikinci döneminde ise türlü yollarla, rapor alıp, bir o kadar gün daha Fenerbahçe idmanlarına gittim.
Schumacher’i izledim.
Her gün, antrenman bittiğinde, Ömer Kaner ile ekstra bir yarım saat daha antrenman yaptığına şahit oldum.
Sen Schumacher’sin ulan, yatsana!
Yatmadığına, o mavi Adidas parçalı kaleci formasının su içinde kaldığına şahit oldum.
Bugün hayatta her yorulduğumda, hala 33 yaşında geldiği Dereağzı’nda, yorulmadan çalışan Schumacher gelir aklıma..
Çok isterdim Galatasaray’da oynamasını, aynı dönem kalemizi koruyan Simoviç’e olan tüm aşkıma rağmen…
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: tayfun.gerdan@abcspor.com
twitter: @tgerdan