14 Mayıs tarihi çoğu futbolsever için 2006 yılındaki epik Süper Lig bitişini anımsatsa da Türk futbolu için daha da önemli olanı ondan tam bir yıl önce aynı gün 2005 Avrupa U17 Futbol Şampiyonası’nda Türkiye’nin şampiyon olması idi.
Serpil Hamdi Tüzün’ün 1992 yazında şampiyon olan jenerasyonundan 13 yıl sonra Türkiye’ye gençler kategorisinde ikinci şampiyonluğu getiren Abdullah Avcı ve talebeleri daha sonra Peru’da Dünya 4.olarak noktayı koyarlar. 2005’teki takımın 1992’deki takımdan tek farkı Dünya Şampiyonası’nda da en azından yarı final görebilmiş ve başarısını nispeten de olsa sürdürebilmiş olmasıydı.
Ama esas sıkıntı her iki şampiyon takımın oyuncularının da birkaç tanesi hariç, şampiyon takım oyuncusu seviyesinde Türk futboluna hizmet edememiş olmasıydı. 1992 takımına baktığınızda Okan Buruk, Emre Aşık, Oktay Derelioğlu dışında üst seviyelerde futbol oynayan bir oyuncu çıkmadığını görürsünüz. Benzer durum 2005 takımı için de geçerlidir. Volkan Babacan, Onur Kıvrak, Caner Erkin ve Nuri Şahin tabiri caizse yırtıp bir yerlere gelirken; Aydın Yılmaz, Deniz Yılmaz, Murat Duruer, Tevfik Köse, Özgürcan Özcan gibi oyuncular da tutunmayıp hep “baş altı”seviyesinde kaldılar.
Hep umut olarak baktığımız bu oyuncuların başarılarının neden sürdürülemediğini, İspanya’nın, Portekiz’in, Almanya’nın ya da Fransa’nın altyapı başarılarını nasıl A takım başarısına tahvil edebildiğini irdelememiz gerektiğini düşünmekteyim.
Analizin ilk aşamasında ekonomideki “kıt kaynaklar” teorisini dile getirmemiz gerekiyor. Bu teoris ekonomi eğitimi esnasında takipçilere ilk anlatılan mevzulardan biridir. Dünya üzerindeki soyut ve somut kaynakların tamamı kıttır. Zaman, para, hava, fosil, su, insan vesaire… İnsanoğlunun kendi kıtlığını bir kenara koyup kullandığı kaynakların da limitli olduğunu anlaması ve ona göre efektif kullanması kendinin ve sonraki nesillerin hayatlarını idame ettirmesi için olmazsa olmazdır. Zamanı olan kişinin parası, parası olanın zamanı, doğal güzellikleri olanın enerjisi, enerjisi olanın da doğası olmayabilir. Sonuç olarak hiçbir şey sınırsız değildir ve her kullandığımız kaynağın bir maliyeti vardır.
Bu girişten sonra geriye dönüp bizim ülke olarak sporcu kaynaklarımızı nasıl kullandığımıza odaklanmak gerekirse pek de iç açıcı bir manzara ile karşılaşamayız, maalesef. Sporcu kaynaklarımız yani yetenekli insanımız hiç bitmeyecekmiş gibi davranırız. 1992 ve 2005’te Avrupa Şampiyonu olan takımlarımızın kariyer çizgilerini hicap ile izlemiş bir sporsever olarak kendimizi gayri ihtiyari olarak Brezilya ya da Arjantin ile aynı kefeye koyma gafletine düştüğümüzü düşünüyorum.
Nasıl diyecek olursanız şöyle açıklayabiliriz:
Güney Amerika’nın ana oyuncu fabrikası olan bu iki ülkeden her yaş grubunda mütemadiyen oyuncu yetişir ve hem yerel ligleri hem diğer kıtaların liglerini doldurur. O kadar çok oyuncu yetişir ve ihraç olur ki, onlardan belirli sayıda yetenek filtreden geçip ülke futboluna üst seviyede hizmet eder. Bizim ülkemiz ise maalesef 15-20 yılda bir jenerasyon yakalar, ara dönemlerde de münferit oyuncular sunar piyasaya ama onların da değerini bilmez. Oyuncu ancak akıllı ve iyi yönetiliyorsa kariyer planlaması açısından, yırtar ve bir yerlere gelir aksi halde sportif performans çöplüğündeki yerini alır ve mazi olur. Eldeki kıt kaynakları verimsiz kullanma konusunda bizim ülke doktora tezi yazacak seviyededir. Bir kişi de çıkıp, yetenekli oyuncu grubu her dakika yakalanmıyor, bu adamların değerini bilelim, bunlara sarılalım ve başarının devamını sağlayalım demez.
Fakat bunun aksine Avrupalılar ise ülkedeki sistemin alıp, yetiştirip ve cilalayarak piyasaya sunduğu sporcunun performansını sürdürülebilirlik üzerine endekslemiştir. İspanya, Portekiz, Fransa, Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde oyuncu çocukluktan itibaren bir sistemin içinde proje olarak görülür ve yatırım ona göre yapılır. Doğru insan kaynağının kıt olduğunun, onun değerli olduğunun farkında olan mentalite iyi oyuncu ve takım buldu mu ona yapışır; tabiri caizse onun etinden, sütünden ve yününden yararlanmayı kendine görev sayar.
İşte bu sayede gençler seviyesinde yakalanan başarılar sürdürülebilir kılınabilir. Hem şampiyon olan altyapı takımının devamını sağlayarak A takım seviyesinde başarılara kavuşursun hem de yeni gelecek jenerasyonlar için sistemin fundamentallerini sağlamlaştırırsın.
Bunu uygulamak için Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok aslında. Sürdürülebilirlik kelimesini iki tane pet şişeyi kıyafete dönüştürme ya da denizden iki tane poşet toplama zanneden mentalitenin değişmesi ana düstur olmalıdır.
Gün geçtikçe mahalle kültüründen kopan ve sporu tablet çerçevesinde indirmiş olan Z kuşağı çocuklarının bu davranış biçimi sporun insan kaynağını git gide kıtlaştırmaktadır. Bu sebepten bulunan yeteneklere sıkı sarılmak ve onları sistemin bir parçası haline getirecek yatırımları gerçekleştirmek elzemdir. Aksi halde uluslararası arenada başarı Kaf Dağı’nın arkasına geçecektir.
Gençleri motive edecek, onları sistemin içine çekecek sürdürülebilir sistemler bizim kurtuluşumuz olacaktır. Başarmış gençlere sahip çıkıp onlara hak ettiği şansı verirsek ancak geriden gelenlere örnek oluruz. Bu sebepten İspanya mütemadiyen tüm yaş gruplarında Avrupa finali görüyor, Brezilya ve Arjantin Dünya Şampiyonaları’nı domine ediyor ve başarıyı sürekli kılıp, kültür haline getiriyor.
Tabi bu sistemi oluştururken sac ayağının biri de bu kıt kaynakları kullanacak doğru eğiticilerin yetiştirilip istihdam edilmesidir. Ayrı bir yazı konusu olacak kadar derin bir mevzu olsa da üst seviye yarışmacı hocaların belirli bir yaştan sonra bu rekabeti bırakıp kendilerini eğitici rolüne adapte etmeleri, ülke sisteminin de hocaları buna teşvik etmesi gerekir. Aksi halde asgari ücretin bir tık üzeri istihdam edilen adamlarla ancak oyuncuyu U17 seviyesine getirebilirsin, devamını getirecek vizyonu veremezsin. Bu, o adamda bu vizyon olmadığı için değil, o adamın hayatla ilgili başka kaygıları olup artık zamanını ve kaynaklarını, özellikle kişisel eğitim konusunda, daha ötesine ayıramadığı için olur.
Sonuç olarak bakıldığında altyapı eğitimi, üzerinde kafa patlatılması gereken, başarılı denemeleri yerele adapte ederek kendi yolunu çizdiğin ve sürdürülebilir kılmadan hiçbir anlamı olmayan bir yatırımdır. 17-18 yaşına kadar yol çizip sonrasını getiremezsen o çocuklara sadece sağlıklı yaşam için spor yaptırmış olursun ama devamı gelmez. Bu da zaten kıt olan kaynakların hebası anlamına gelir.
Gelecek nesillerin spora olan ilgisini canlı tutmak ve sporun devamlılığı için artık hiçbir yeteneği harcama lüksümüzün olmadığı gerçeği ile yola çıkmak bu işle ilgilenen tüm paydaşların ana düsturu olmalıdır.
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir hafta diliyorum.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78