HIZLI, MUHTEŞEM VE ÖLÜMCÜL REKABET: NIKI LAUDA – JAMES HUNT
Niki Lauda ismini tevellütüm itibariyle iyi hatırlarım. Ancak 70’lerin o büyülü Formula 1 yarışlarını domine eden bu pilotun ne Avusturyalı olduğundan ne de 1976 yılında İngiliz James Hunt ile girdiği amansız rekabetten haberim vardı. Zaten motor sporları genel olarak pek ilgi alanıma da girmez ama dün gece öyle bir film izledim ki gece saat 2’de yatarken kafamdaki tek düşünce ‘mutlaka yazmalıyım, yoksa beynim patlayacak çünkü bu film gerçek bir maden’ idi. İşte bu motivasyonla sabahın 7’sinde uyanıp adeta geceden kalan adrenalini boşaltmak için klavye başına geçtim.
Film konusunda çok seçiciyimdir çünkü binlerce izlemişimdir ve artık mümkünse sadece klasikleri veya IMDB notu 7 ve üzeri olanları izliyorum. Dün de ne var ne yok diye Digiturk’ün kumandasındaki mavi düğmeden yüzlerce filmi taraken bir anda 8.1 gibi yüksek bir notu olan Apollo 13 ve A Beautiful Mind gibi filmleri yöneten Ron Howard’ın kamera arkasında olduğu ‘Rush’ filmini gördüm ve iki saat boyunca sanki Lauda’nın Ferrari’siyle bir yolculuğa çıktım. Başrolünde bizim Karius gibi sinir bozucu derecede yakışıklı Chris Hemsworth’ün yer aldığı film 1 Ağustos 1976’daki Nürburgring etabının hemen öncesinde yarışa hazırlanan James Hunt ve Niki Lauda’nın aralarındaki gerilimi göstererek açılıyor ve ondan sonra bizi 6 yıl öncesinde Formula 3’te kapışmaya başlayan bu iki pilotun hırs, tutku, zeka ve sınırları zorlamanın o dayanılmaz çekiciliğinin bir girdap gibi tam ortasına atıyor.
Niki Lauda Cermen ırkına has disiplin, soğukkanlılık ve çalışmanın erdemine inanan karakteriyle benim Almanlar için hep kullandığım sınıfın sevilmeyen ama sevilmedikçe de hırslanan ve daha başarılı olan öğrencisi benzetmeme tıpatıp uyuyor. James Hunt ise ‘Paramı kadınlara, içkiye ve kumara harcadım, geri kalanını ziyan ettim’, ‘1969’da kadın ve alkolü bıraktım, hayatımın en kötü 20 dakikasıydı’ veya ‘Anfield’da 5 oyuncuyu çalımladıktan sonra 40 metreden Liverpool’a gol atmak mı yoksa dünya güzeli ile birlikte olmak mı diye sorarsanız zor bir tercih derim ama neyse ki ikisini de yaptım’ diyen efsane futbolcu George Best’in pistlerde vücut bulmuş halidir. Zaten spora tadını veren biraz da bu kahraman – antikahraman öyküleridir. Yeşil sahalarda yine o yıllarda kök salan Beckenbauer – Cruyff veya kortlardaki John Mc Enroe – Jimmy Connors rekabeti milyonların ilgisine mazhar olmuştur.
Doğaçlama ve bildiği gibi yaşamayı seven James Hunt’ın aksine hesaplı ve risk almaktan mümkün olduğunca kaçınan Niki Lauda birbirlerini gördükleri ilk andan itibaren nefret etmişler, ölesiye mücadele etmişler ama en sonunda birbirlerini kabul edip saygı duymuşlar ki her sporun güzel ve ‘yeter ki onursuz olmasın rekabet’ dedirten tarafı da işte budur. 1976 Formula 1 sezonu ise yaşanabilecek her türlü dramaya sahne olmuş. Ferrari’yle yarışan Niki Lauda’nın karşısına Mac Laren ile çıkan James Hunt rekabeti bugüne kadar taşınan bu iki markanın aynı zamanda otomboil teknolojisindeki müthiş gelişmesine tanıklık etmiştir. İspanya Grand Prix’sini kazanan ancak arabası normalde olması gerekenden 1,5 m. geniş olduğu için diskalifiye edilen James Hunt her ne kadar daha sonra puanları iade edilecek olsa da ‘kusura bakma, kural kuraldır’ diyen Niki Lauda’ya daha da diş bilemeye başlıyor ve tırmanan gerginlik sonunda Nürburgring’de ıslak zeminde kontrolü kaybeden Lauda’nın aracının, vücudunun ve yüzünün büyük bölümünün yanmasıyla patlama noktasına geliyor.
Sonraki 6 haftayı hastanede acı içinde geçiren ve aradaki yarışları Hunt’ın kazanmasını büyük üzüntü ve hırsla izleyen Niki Lauda tam iyileşmeden pistlere dönüyor ve arayı kapatarak sezonun son Grand Prix’si olan Japonya etabında ezeli rakibiyle başbaşa kalıyor. Filmin bana göre en güzel sahnesi ise yarışlara dönen Lauda’ya bir gazetecinin karısının yeni yüzüne ne tepki verdiğini çirkin bir şekilde ısrarla sormasının ardından Niki Lauda’nın basın toplantısını terk etmesi ve James Hunt’ın o gazetecinin ağzını burnunu kırmasıydı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda daima yanında olan ve hastanede bir an bile kendisini yalnız bırakmayan karısı Marlene’i düşünerek bitime üç tur kala kaza yapmamak için yarışı bırakan Lauda sezonu mucizevi bir şekilde şampiyon bitiren Hunt’ı saygıyla selamlıyor. Sonraki yıllarda Niki Lauda iki şampiyonluk daha kazanırken zirveyi gördükten sonra bir daha aynı motivasyonu yakalayamayan James Hunt BBC’de yorumcu oluyor ve 45 yaşında ani bir kalp kriziyle hayata veda ediyor. Sadece iki yıl evli kaldığı ilk karısı Susan ise kendisinden 24 yaş büyük Liz Taylor’ın eski eşi ünlü aktör Richard Burton ile 1976’da evleniyor ve 6 yıl evli kalıyor diyerek de gereksiz genel kültür katkımı yapayım.
Bundan 42 yıl önce de sponsorların ve bol sıfırlı paraların esiri olan Formula 1 dünyasında bana ayrıca nostaljik gelen arabaların üzerindeki Marlboro, şu anda hala var mı emin olmadığım John Player’s Special gibi sigara markaları, Martini ve Campari gibi içkiler, STP ve Chevron gibi akaryakıt ürünlerini, o yılların yaka bağır açık gömlekleri ve İspanyol paça pantolonlarını görmek de ayrıca hoş bir duygu. Ayrıca James Hunt’ın ilk sponsoru olan varlıklı aristokrat Lord Alexander Heskith de parası bol, harcayacak yer arayan ve bugünlerin aksine karşılığında maddi olarak da ciddi çıkar beklemeyen birisi.
Plaktan Alphaville’in ‘Forever Young’ şarkısını dinleyerek yazıma son verirken yılların nasıl da Ferrari hızıyla geçtiğini ve Teoman misali bir La-Z-Boy üzerinde James Hunt’ın öldüğü yaşta olduğumu fark ediyorum. Dolu dolu yaşayıp genç ölen ve cesedi yakışıklı olan bütün sıradışı insanlara saygıyla…
Yazarn diğer yazıları için tıklayın
mail: gorkem.isik@abcspor.com
twitter: @gorkem7305