https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

EUROBASKET 2015 D GRUBU – 1. KISIM (BELÇİKA, ÇEK CUMHURİYETİ, ESTONYA)

Okunması Gerekenler

efeBELÇİKA:

 

Futbolda olduğu gibi basketbolda da, “göçmencilik” politikasının meyvelerini topluyor son 5 yıldır Belçika. Surinam ve Kongo asıllı oyuncuların kol gezdiği kadrolarına bir de Matt Lojeski’yi devşirme kontenjanından ekleyip, 70’li 80’li yıllardaki gibi iyiden iyiye palazlandılar. Afrika asıllı oyuncuları sayesinde üst düzey fiziksel oyun oynama imkanı bulup, sertlik ve dinamizm yakalıyorlar ve üstelik rakiplerinden daha az yıpranıyorlar. Öte yandan, fundamental olarak bu yarı-devşirme oyuncular seçkin düzeylere erişemediği için, büyük takımlara büyük tehlikeler arz eden bir orta kalibre ekibi olmaktan öteye de gidemiyorlar. Yine de, bu kadarı bile Belçika ayarındaki bir kadro için büyük başarıdır.

 

2011 ve 2013’teki ekiplerde yer alıp da bu şampiyonaya katılamayacak olan en önemli isim NBA patentli pivot DJ Mbenga. Mbenga, bir skor opsiyonu olmamasına karşın, gerek tecrübesi, sertliği ve savunmasıyla, gerekse de (dövüş sanatlarındaki ustalığı sebebiyle) cüssesinden beklenmeyecek kadar dengeli ve çabuk hamleler yapabilmesiyle, kadronun önemli bir parçasıydı kuşkusuz. Mbenga’nın yanı sıra, Faison, Guy Muya ve Van der Speigel gibi tecrübeli kalantor oyuncular da son birkaç senedir takımdan ayrılar. Peki, yerlerine kim geldi de, Belçika 2013’te çıkış yakaladı?

 

Bu sorunun cevabı, yine göçmen politikasında gizli. Swingman’ler Jean-Marc Mwema ve Wen Mukubu, enerjik ve delici oyun kurucu Jonathan Tabu ile birlikte, Belçika’nın şahlanmasının başat sebepleridir. Bu çıkışa ön ayak olan Guy Muya’nın yokluğunda ise, kimi zaman Sam Van Rossom, kimi zaman da Tabu’yu kısa rotasyonunun ana adamı yaparak ilerleyecekler. Yine “asıllı” isimlerden atletik pivot Kevin Tumba da, Mbenga’nın yokluğunda içeriyi karartacak, ribauntlarda gövde gösterisi yapacak türden bir oyuncu. Boyu her ne kadar bir 4 numaraya daha uygun olsa da, atletizmi ve çabukluğu ile bu noksanını gidermeyi amaçlıyor, ve hatta başarıyor.

 

Aslında Tumba’nın fiziksel özellikleriyle ilgili değindiğimiz noktalar, tüm takım için geçerli. Takımın boy ortalaması çok kısa, ve hatta Tumba’dan daha uzun bir oyuncuları, başka bir muteber pivotları da yok kadroda. Fakat motion-offense kaideleri ile hep kıpır kıpır oynadıkları için, atletizmleri, dengeli ve çabuk hamleleri sayesinde bu handikapı bir nebze örtebiliyorlar. Yani dezavantajlarını, avantajlarıyla kapatmayı âdet edinmişler kendileri.

 

Elbette takımda eksiksiz diyebileceğimiz isimler de mevcut; Axel Hervelle gibi bir nefer her ekibe nasip olmaz. Hervelle, bu takımda topu çok fazla paylaşmadığı zamanlarda Belçika Avrupa 21.si idi (2011), paylaştığında birden 9.luğa yükseldiler (2013). 4 numara için fazla yumuşak, 3 numara içinse az biraz yavaş kalan binlerce forvetten birisi olan Hervelle, hücumda çok üst düzey bir isim ve bilhassa orta mesafeden aldığı topları, şut, penetre ve daha pek çok çeşitle bitirebilmesiyle meşhur. Savunmada çok efor koymaması, biraz konsantrasyon ve ciddiyet yönlerini sorgulatıyor elbette insana.

 

Takımın bu yılki en büyük kazancı ise, hiç kuşkusuz ki ABD asıllı devşirme Matt Lojeski. Olympiakos forması altında bu sene Euroleague’in altını üstüne getiren bu ele avunca sığmaz forvet, dribbling üzerinden stop-jump shot’larla salına salına bulduğu basketlerini adeta alamet-i farikası haline getirdi. Savunma temelleri bakımından bilgisi üst düzey olmasa bile, oyunu o kadar rahat ve tez okuyabiliyor ki, defalarca pas arası yapabilmesine şaşırmıyoruz. Ayrıca hücumda boşluklara doğru çok iyi hamle yapıp pozisyon alıyor. Yani birkaç hamle ileriyi görme konusunda Lojeski çok iddialı. Çaktırmadan sessiz sedasız çaldığı topları o denli ani bir şekilde hücuma yönlendiriyor ki, hızlıdan da hızlı bir hücum festivali başlatıyor. Yeri geldiğinde akılcı penetreleri, kimi zaman da boş pozisyonlarda dış şutları ile rakibin böğrüne hançeri saplıyor Lojeski. Çabukluğunu atletizmiyle birleştirip sessiz ve derinden tamamladığı alley-oop’lara da şahit olduk. Gelgelelim, her hücumda topu o’na teslim ederlerse, verimi fena halde düşer. Yani sakın ola ki Lojeski’yi öyle Papaloukas’larla aynı seviyede zannetmeyelim. Dominant ve lider bir oyuncu değil Lojeski. Fakat çok iyi bir sürükleyici parça. Hele de, göz önünde değilken. Eleme gruplarında nelere kadir olduğunu bu şekilde ispatlamıştı.

 

Van Rossom, Bosco ve De Zeeuw, yükseliş yıllarına hem öncülük hem de şahitlik etmiş isimleri Beliçka’nın. Bosco da Van Rossom da fiziksel yönden kısıtlı, set hücumcusu oyun kurucular. Bosco daha bir atik olsa bile, birebirde silahları çok sınırlı. Yani İtalyan efsanesi Gianluca Basile’den ziyade, Yugoslav ekolünden Dragan Lukovski’ye benzetebiliriz her iki oyun kurucuyu da. Van Rossom, dış şut bakımından bir nebze daha büyük bir tehdit uyandırıyor Bosco’ya göre, fakat bu kadroda zaten onların eline top, sadece orta sahayı geçene dek değecektir.

 

Son parantezi de Serron ve Gillet için açalım. Olgunluk seviyesine yaklaşan bu rol oyuncularından Gillet her an rolünü büyütüp benchten gelen X-Faktör olabilir. Hızına ve deliciliğine dikkat etmek lazım.

 

Özetle, Belçika, bahtıyla bulduğu oyunculara aklıyla devşirdiği Lojeski’yi de katıp, ilk turda gruptan yükselecektir. Ötesinde, her şey, üst gruplarda kimlerle eşleşeceklerine bağlı. Ama işin içinde Lojeski ve Hervelle varken, beklentileri çok da küçük tutmamak lazım.

 

ÇEK CUMHURİYETİ:

 

85’teki gümüş madalyaya dek, Çekoslovaklar Avrupa’nın sayılı ekollerinden biriydi. Brabanec’li, Okac’lı, sonrasında da Zidek Jr.’lı, Petruska’lı, Becka’lı, Svoboda’lı Çekoslavakya yılları yirmi küsur sene evvel bittiğinden bu yana ise, 99’daki sıçrama dışında Çekler çok az şey yapabildiler basketbol adına. O sıçramada daha 19 yaşında bile etkisini gösteren Lubos Barton ve Jiri Welsch, bugün 40’larına yaklaşsalar bile, halen daha aktif ve etkili olmayı sürdürüyorlar. Alkışlamak lazım. Kamil Novak gibi isimlerin emekli olmasının ardından günümüze dek, yani o 90’lardaki dönemden sonra, Çekler anca 2007’deki “genişleme” kapsamında yeniden Eurobasket’e katılabilmişlerdi. Lakin oyun kurucu sıkıntısını aşmak adına vasat guard Maurice Whitfield’ı devşirip Petr Benda gibi isimleri de kadroya monte etmelerine karşın, sadece Türkiye’ye kafa tutabilir hale gelmişlerdi ki, bu da pek övünülecek bir meziyet olmasa gerek.

 

Fakat son iki – üç yıldır, iki pırıl pırıl yetenekle, yani Bodiroga kumaşı taşıyan (tabi atletizmi ile Bodiroga’dan epey ayrılan) genç combo guard – swingman Tomas Satoransky ve Fenerbahçe Ülker pota altına kısıtlı hücum silahlarına rağmen atletizmi, zamanlaması, zekası ve takipçiliği ile bel kemikliği yapan dev Jan Vesely önderliğinde, çok daha tehlikeliler. Geçen şampiyonada Barton – Welsch ekolü bayrağı Satoransky ve Vesely’ye teslim etti; artık veteran kurtlar bu takımın tamamlayıcı parçaları olacak, gençler ise çığır açmaya uğraşacak. Ki bence, bu yeni yapılanma sayesinde grup ikinciliğinin de en büyük adayı konumundalar.

 

Yine Uşak Sportif ile ligimizden tanıdığımız David Jelinek de bu kadronun kıymetli bir mensubu konumunda. Jelinek’i bile gölgede bırakan “transfer” ise, devşirme usulüyle ekibe kattıkları, taze Galatasaray’lı Blake Schilb. Schilb, Paris Levellois’nın bu sezonki çıkışında ekibin Sharrod Ford ile beraber ‘yed-i emin’liğini üstlenmiş, gayet de başarılı olmuştu. Komple ve olgun bir oyuncu olan Schilb, çok parlamayan, ama çok da sönmeyen bir isim. O yüzden bilhassa savunmada sırtlarını bu güven timsali isme yaslayacaklardır. Zaten forvetlerden gelecek dış şut tehdidine karşı Jelinek bir şey yapamadığı için, Benda – Schilb – Barton ekseninde bir savunma döngüsü oturtmakla mükellefler.

 

Geçen şampiyonadan bu yana kadrodaki yerlerini kimselere bırakmayan İki Pavel, yani Pavel Pumprla ve Pavel Houska, kısıtlı yeteneklerine rağmen oyunu doğru oynayıp rakibe hep sıkıntı yaratan isimler olmayı sürdürüyorlar. Çekler’in en büyük sıkıntısı, önde oldukları dakikalarda konsantrasyon ve sertlik kaybı yaşayıp azimlerinden şaşmaları. Bunun neticesinde ya çok farklı yeniliyorlar, ya da anca ucu ucuna kazanabiliyorlar. Veteranların fiziksel anlamda mecali bu kritik dakikalarda ayakta kalmaya yeterse, bir bakışla çözülebilen savunmalarını da toparlayabilirler. Elemelerden Vesely ve Jelinek olmaksızın çıkabilmelerini sağlayan faktörü, yani takım kimyasını da bir saniye için bile ihmal etmemeleri lazım.

 

Hücumun kısır gittiği dakikalarda ise Satoransky’ye ağırlık verecekleri bir gerçek. Ama Vesely gibi bir pota altı canavarını eser miktarda kullanmayı hazırlık maçları boyunca hep ihmal ettiler. Oysa NBA patentli Vesely, kulübünde yaptığının daha fazlasını buralarda rahatlıkla yapabilir. İş ki, ona açık alanda iyi ve zamanlaması doğru paslar çıkartacak takım arkadaşları bu işi ötelemesin. Benda çok iyi bir tamamlayıcı ve fırsatçı. O’nu da es geçmemeleri gerekiyor. Aslında Balvin’in de bir Patrick Femerling kıvamına ulaşması mümkün, göz ardı etmemeleleri gerekirdi, fakat kadrodan kesildi. Totalde, içeride Vesely’ye alley-oop’lar yollayacak bir Satoransky ve gelişimini tamamlamış Benda, Houska ve “mancınık” Jelinek gibi oyuncularla, gruptan güle oynaya yükseleceklerdir. Zira, veteranlar ve bench desteği de dahil olmak üzere, belli başlı başarılara erişmek için gereken her türlü meziyete sahipler. Tüm soru işaretleri, süreklilik, konsantrasyon ve savunma noktalarında yoğunlaşsa bile, koç Ginzburg’un gözü çok yükseklerde…

 

ESTONYA:

 

Hey gidi Baltık ekolü… 93’e kadar sadece iki efsane ile, yani Heino Enden ve (takımın halihazırdaki koçu) Tiit Sokk’la Sovyetler Birliği formasını gururlandıran Estonya, 91’de Sovyet Bloku’nun çökmesiyle üzerindeki ölü toprağını atmış ve 93 Eurobasket’in ilginç takımlarından biri haline gelip şampiyonada 6. olmayı başarmıştı. Daha sonra 2001’e, yani Eurocup – Uleb Cup efsanesi NBA patentli 4 numara Martin Müürsepp gelene dek yine karanlığa gömülmüş, 2001’de de kafalarını dışarı çıkartıp Türkiye’ye geldiklerine bin pişman olmuşlardı.

 

O vakitler Tanel Tein, Aivar Kuusma, Kikerpill, Kriisa, Kandimaa ve Gert Kullamae gibi saf skorerler sayesinde terör estirseler de, ellerinden gelen tek şey düşük yüzdeyle hücum etmek olduğu için (hadi Pehka’yı bu genellemeden ayıralım), kendilerine bir kez alışabilen her türlü rakip karşısında hezimete uğruyorlardı. Şimdi çok şey mi değişti, derseniz, kabaca “Evet” diyebiliriz. Müürsepp’in başlattığı akım sağ olsun, koç Tiit Sokk modern basketbola takımını adapte etmeyi başarmış.

 

{19375134-96AD-473F-9E00-D3C0044477CB}big_v
Önelemede büyük bir sürpriz yapıp kendisinden daha güçlü bir Bulgaristan’ı aşan ve kapağı 14 yıl sonra yeninden Eurobasket’e atan bu yeni ekipte, kulağımızın aşina olduğu isimlerden bir tek Kristjan Kangur yer alıyor, ki kendisi zaten takımın kaptanlığını da üstlenecek. Tamama yakını Eurochallenge seviyesindeki isimlerden müteşekkil bu ekibin, modern basketbolu uygulamaktan başka çaresi kalmadığını bilen kurt-adam Tiit Sokk, takımını dış şut tarlasına çevirmiş. Penetrecileri çok etkili olmayan bu kadroda kısaların başlıca amacı, topu üç sayı çizgisinden alıp öne (potaya) doğru bir-iki dribblingle yere vurduktan sonra, şans yüzlerine güler de üzerlerine rakip savunmacılar gelirse, topu hemen üç sayı civarında boş yer bulmak için gezinen hareket halindeki diğer şutörlere çıkarmak. Evet. Topu içeriye indirirken ve uzunlara sırtı dönük oyun oynatırken biraz zorlandıkları için, boyalı alan civarında uzunlar aldıkları topların çoğunu bekletmeden, pozisyon almaya çalışan kısalara iade ediyor.

 

Böylesi bir mizansende, eli en düzgün şutör olarak karşımıza takımın Zalgiris’li mini yıldız adayı Siim-Sander Vene çıkıyor. Şut haricinde pek bir silahı olmayan bu kısa forvet, oyunu iyi okuduğu için çok sayıda şut deniyor, önemli bir miktarını da sayıya çeviriyor. Lakin şut mekaniği çok hassas ve kırılgan olduğu için, el titreme mizansenini sıklıkla yaşıyor. 4 numaradaki başat isim Janar Talts ise, hemen hemen sadece boş kaldığında skoru düşünen bir takım erbabı. Kimi zaman ilk beşte Talts’i kesebilen Eichfuss da, gözler üzerinde değilken güzel işler başarabiliyordu – hücum ribauntları gibi; fakat son 12’de kendine yer bulamadı.

 

{D9A80BC5-C964-46D6-ADFC-CC1B38AAF9E8}big_v2 numarada da Martin Dorbek’in son 12’den dışlanması şok etkisi yarattı aslında. Bu iki ismin yokluğunda tüm yükü swingman şeklinde oynayanlar sırtlanacak (mesela kardeşi Gert Dorbek ve Gregor Arbet gibi). Kısa rotasyonunda Sten ve Tanel Sokk, babalarının takımına gelmenin rehavetiyle değil, hakiki bir disiplinle mücadele ediyorlar. Bu iki kardeşten bilhassa Sten çok verimli maçlar çıkartabiliyor. Uzmanlığı, Kangur ve Talts ile oynadığı ikili oyunlar. Fakat iki oyuncunun da zorda kalmadan skor ürettiğini göremedik. Böylesi pasif anlayışlar da, Vene ve Kangur’un işini çok güçleştiriyor tabi.

 

Rain Veideman, takımın 6. adamı. Enerji ve hareket katıyor, durgun oynayan rakibi savunmada zorluyor. Uzunlarda ise takımın tek hakiki pivotu Reinar Hallik, yukarıda değindiğimiz kısıtlı rolde boy gösteriyor. Daha ziyade ellerini kaldırıp savunma yapmayı sevdiği için ribauntları kadar faulleri de artıyor Hallik’in. Olası tek yedeği ise, 4 numaradan bozma Toome. Mis-match benzeri vaziyetler doğmadıkça, Toome’nin tek şansı, kısaların doğru yerde vereceği paslara bağlı. Keedus ve Kurbas ise, takımın nispeten genç isimleri. Bakalım, ne kadar süre bulacaklar?

 

Fark yaratmaya aday iki ismin, yani Vene ve Kangur’un önderliğinde en azından bir galibiyet almaları, takımın kısalarının ikili oyun savunmalarında dağa taşa dağılmamalarına bağlı. Bence, Ukrayna’nın alan savunmasına karşı bulacakları uzak mesafe şutlarından bol sayıda isabet sağlarlar ve Ukrayna’yı yenerler. Hem de, devşirmesiz!

 

(Devam edecek)

 

Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın

 

mail: efe.ozenc@abcspor.com

twitter: @efe_ozenc

Son Haberler

FENERBAHÇE GİBİ

Önce kızlarımızı kutlamak istiyorum. 2 sene üstüste Euroleague şampiyonluğunu kazanan kadın basketçilerimize ve böylesine yetenekli ve karakterli oyunculardan oluşan...

Benzer Konular