BİPOLAR
Sir Winston Churchill 1946 senesinde yaptığı bir konuşmada dünya literatürüne “Demir Perde” ibaresini soktuğunda dünya 2.Savaş’tan henüz çıkmış ve yaralarını sarıyordu. Churchill’in kullandığı Demir Perde ibaresi Avrupa’yı iki ayrı kutba bölen ideolojik çatışma alanlarını ve fiziksel sınırları tanımlıyordu. İdari yapılanmada ekonomik ve siyasi açıdan SSCB etkisinde olan bölgeler ve onun karşısında olan ülkeler olarak kategorize edilmişlerdi.
O dönemden sonra gittikçe ön plana çıkmaya başlayan iki kutuplu siyaset sahnesi kendi aktörlerini de yaratıyordu. İki kutup diyalektik bir yaşam biçimini de dikte ettiği için birinin siyahı diğerinin beyazı oluyor ve hayat bu tezlerin üzerinden yol alıyordu.
İnsanoğlunun doğası gereği bir fikir, görüş ve ekol yükselişe geçtiğinde “ama”cılar mutlaka çıkıyor ve onun karşısına alternatif bir görüş konuluyor. Ekonomik, siyasi, dini, sosyo-kültürel ve askeri politikalar hep anti-tezler üzerinden yürüyordu ve hala da yürümeye devam ediyor.
Peki anti-tezler üzerinden ilerlemek gerçekten gerektiği için mi ifa edildi yoksa insanoğlunun, belki de evrenin kuruluşundan beri gündeminde olan, dualite ihtiyacı mıydı onları buraya iten sebep? Siyahı beyaz, beyazı da siyah üzerinden açıklamak ya işin doğası gereğiydi ya da insanların kolayına geliyordu.
Aslına bakarsanız insanoğlunu buna iten gerekçelerden birisi de diğeri olmazsa ben de olmam korkusu ile suya batsa bile karşıtını bir şekilde yakasından tutup yukarı çekme motifi idi. Amiyane tabir ile “sakın ölme; kalk ve benim ile dövüşmeye devam et” mantığı güdüldü. Kanaatimce B Planları yoktu, karşımdaki düşman olmazsa ben kitleleri nasıl yönetirim diye düşündüler. Cervantescilik oynarmış gibi yapıldı. Varlığım, eğer varsa, rakibimin varlığına armağan olsun, eğer ortada rakip yoksa da hemen sanal olarak yaratılıp onun varlığından beslenilsin amacı güdüldü.
Bu da hakikate giden yolun önündeki en büyük engellerden birisi oldu.
Dünya siyaset sahnesindeki bu stratejilerin günlük hayatın bir parçası olan sporda ve özellikle en majör dal olan futbolda uygulanmaması mümkün değildi.
80’lerde Maradona-Pele kıyaslaması ile başlayan ve 2000’li yıllarda Messi-CR7 rekabeti ile zirveye ulaşan bu kutuplaşma bugün sporcular üzerinden değil, onları yöneten Klopp ve Pep üzerinden sahneye sunuluyor.
Günümüz tüketen toplumunda polarizasyonun futbolcu ekseninden antrenör eksenine kayıyor olması işin ilginç bir boyutu olarak da görülebilir. Popüler kültürün bir uzantısı olan “kullan-at” kültüründen işin daha felsefesine doğru bir kayışın olması, daha doğrusu, popüler kültürün böyle bir kayışı pompalamaya çalışması aslında bu durumu daha da ilginç kılıyor diyebiliriz.
Kıyaslayıp at yarışı yaptıracakları yeni adam bulamamaları mı asıl sebep yoksa paydaşlarda işin felsefesine doğru bir kayış mı var tam emin değilim ve bunu herkesin kendi yorumuna bırakıyorum zira benim asıl yoğunlaşmak istediğim husus üçüncü bir opsiyonun neden sunulmadığı ya da bunun eksikliğinin bize olan etkileridir.
Seneler önce Avrupa’da stadyum çevresinde maç önlerinde yapılmış bir röportaj videosu izliyordum. Taraftarlara sorulan soru çok basitti:
“En iyi üçüncü futbolcu kimdir?”
Bu kadar basit bir soruya aynı cevabı veren 3 kişi bile olmamıştı ve bu gerçekten dramatik bir durumdu. Nice yetenekli adam, yanlış zamanda yanlış yerde olmanın bedelini ödüyordu. 5 yıl önce ya da sonra doğsalar omuzlardan inmeyecek yıldızlar çağdaşları Messi ve Ronaldo sebebi ile hak ettiği değeri göremeden kariyerlerine devam etmek zorunda kalıyordu çünkü popüler kültür daha çok satmak için iki kutuplu bir düelloyu tercih ediyordu.
Zlatan’ın ilk biyografisinde dile getirdiği bir konu belki de çağdaşı bir sürü oyuncu için geçerli idi. O ikisi olmasa en iyi oyuncu bendim ama yanlış zamanda dünyaya gelmişim, diyordu. Bu cümleyi belki de Lewandowski, Robben, Ribery, Benzema, Neymar, Iniesta gibi şimdi aklıma tam gelmeyen bir çok oyuncu da kurmuştur ama sonuç maalesef elde var sıfır diyecek kadar trajikti.
Bu durumun sebep olduğu en büyük kötülük bu oyuncuların ağızlarıyla kuş tutsalar da hep bir kıyaslanma içerisinde olması gerçeği idi. Diğer ikisi “A league of their own” yani kendi liglerini oynuyor bunlar da başka bir ligde oynuyormuş görüntüsü verildi. Bu da ilgili takım taraftarlarının bu oyuncularla yaşadıkları “anlarını ve anılarını” gereken kalitede yaşayamamalarına sebep oldu.
Sosyal medyanın da yangına körükle gitmesi sebebi ile Messi formdan düştüğünde Ronaldocular, aksi olduğundan da Messiciler ortaya çıkıp savaş başlattılar. Messi olsa yapardı, Ronaldo zaten daha iyi gibi anlamsız kıyas cümleleri ile geçti son 15 senemiz. Bu arada diğer oyuncular figürandan öte gidemedi.
Şahsi kanaatim, Messi ve Ronaldo zaten çağdaşı tüm oyunculardan üstün oyunculardı ama diğerlerinin hayatından çalındığı da kesindir. Takımına gelen her oyuncuyu bu ikili ile kıyaslamak ve yeri geldiğinde hor görmek aslında senin adamlarının kötü olmasından değil; aksine diğer iki adamın “zoru kolay göstermesi” ile açıklanacak bir durumdu. Sen, onları yapıyor görünce herkes yapar zannettin ve hata orada başladı.
Şimdi benzerini Pep ve Klopp düellosunda izliyoruz. Tuchel, Ancelotti, Conte, Simeone, Flick, Pochettino gibi sayabileceğimiz bir sürü hoca varken gündem sadece bu ikisini revolüsyoner, felsefik ve başarılı olarak kaile alıyor ama bence yanlış yapıyor. Bahsettiğim üçüncü kişiler yerel lig ve Avrupa kupası şampiyonluklarını cebe atarken, kendim de dahil, futbol dünyası oyunu hep Pep vs. Klopp üzerinden okuyarak bir rekabet pompalıyor.
Aynı Messi ve Ronaldo olayında olduğu gibi Pep ve Klopp’un diğer hocalardan kalite olarak çok aleni bir şekilde ayrıldığını düşünsem de emeğe saygıda kusur edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Seneler önce bir yazımda, sanırım çok film izliyoruz, mahalle takımımızdan bile tiki taka ya da gegenpress oynamasını bekler hale geldik diye belirtmiştim. Bu hala geçerli çünkü sistem bize iki kutuplu bir düzen sunuyor. Tiki taka oynamazsan gegenpress oynamalısın başka opsiyon var mı ki sorusu ekran başında ya da tribünde kafaları kemirip duruyor ama gel gör ki dünya ikiden büyük, bunu da kabul etmemiz gerekiyor.
Her hoca ya da her futbolcu kendince bir felsefe geliştiriyor ve sahneye koymaya çalışıyor ama başta, özellikle yeni nesil, spor medyası ve sosyal medyadan beslenen taraftar grupları hep burun kıvırıyor. Bu durum da günün sonunda futbolun paydaşlarını total bir tatminsizliğe ve sonuç olarak da bir nevi mutsuzluğa itiyor. Kendi takımının oyunundan zevk alamıyor ve zamanla tribünlerden, ekrandan çekilmeye başlıyor.
Dünya 1990’lı yıllardan itibaren siyaseten ve ekonomik olarak bu işin bipolar yani iki kutupla bir yere varamayacağını öğrendi; global çerçevede düşünmeye başladı. Oyuna yeni aktörler, yeni görüşler ve kuramlar dahil oldu. Bu sürecin sonunda iki kutuplu günler herkes için mazide kaldı.
90’larda aynı dünya siyaseti gibi çok sesli bir ortamı yakalayan spor dünyası 2000’li yıllardan itibaren bipolarize edildi. İşin için de ne kadar kasıt var ya da ne kadar tesadüf bu da herkesin kendi yorumu olacaktır diyebiliriz ama yorumlarımızı yaparken alternatif üçüncü, dördüncü yolların her zaman düşünsel gelişmenin bir aracı olduğu gerçeğini es geçmemeliyiz.
Herkese sıhhat, akıl, spor ve huzur dolu günler dileklerimle.
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78