“Reklam, talep yaratma sanatıdır.”
American Marketing Association (AMA) reklamı bu sözlerle tanımlar.
Reklam ve genel olarak pazarlamayı ele aldığınızda en kısa ve en efektif sözlerle yapılan tanımlamalardan birisidir. İnsan bilincinde olmayan bir talebin direkt ya da dolaylı olarak bilincine veya bilincinin altına maddi ya da manevi yöntemlere enjekte edilmesi sürecidir de diyebiliriz.
Fena halde hayata benzeyen futbolda da insan aklını rehin almaya niyetli sistem belirli dönemlerde en önemli ekonomik paydaş olan taraftarın beynine bu tip mesajları vermeye bayılır. Beyin ile kalp arasındaki hükümranlık mücadelesinde genellikle kalplerin “Avrupa Fatihi” muamelesi gördüğü futbol taraftarlığında insanların zayıf noktalarını bulmak pek de zor olmamaktadır.
Sistemin sömürü dozajını artırdığı en önemli periyod transfer dönemidir. Bütün sene desteklediği takımın sezon boyunca orta koyduğu oyundaki artı ve eksileri tam analiz edemeyen ya da etmeye gerek duymayan insanlar; bir de bunun yanında rakip analizi yapmaktan aciz kalınca transfer dönemlerinde cümbüş başlar.
Endüstrinin diğer paydaşları olan UEFA/FIFA, medya, kulüpler, oyuncular, menajerler ve sponsorların ana besin kaynağı ya da müşterisi diyelim, bu sporu takip eden taraftarlardır. Taraftar kelimesini fanatizm olarak değil, ilgi duyan ve bu ilgisi için tüketimden kaçınmayan tüm insanlar için kullanabiliriz. Taraftar o kadar önemlidir ki, bir gece hepsi rüyalarında futboldan çekilmeyi görseler ve sabah uyandıklarında bunu uygulasalar dünyada futbol endüstrisi diye bir şey kalmaz ve meşin yuvarlak arsaya düşer.
Endüstrinin, bence tali, aktörleri bunu bildikleri için “-mış gibi yaparak ve göstererek” en acımasız reklam ve pazarlama taktiklerini taraftar üzerinde uygularlar. Yazının başında belirttiğimiz gibi talep yaratma işini uygularken amaçları hep bugünü ve kendilerini kurtarmak olur. Kâğıt üzerinde aslında herkes futbolun ve kulüplerin istikbalini düşünürmüş gibi gözükür ama gerçek öyle midir?
Kontratında çıkış bedeli olarak 700 milyon Euro yazan bir adamın, Başkan bana tüm sene boyunca, şimdi oynarsam sezon sonu istediğimi yapabileceğimi söyledi ben de ona inandım, demesi ile şiddetlenen tiyatronun beklenen sonla bitmesi pek çoğumuzu şaşırtmadı.
Varsayalım 6 kez Ballon d’Or almış ve tarihin en büyük oyuncusu kabul edilen bu arkadaşın zekâ seviyesi Başkan’ın bu sözüne inanmayı tercih etti, peki acaba kaç kişi kontratta yazan o paranın Barcelona’ya ödenebileceğini tahmin ediyordu?
CR7’nin ayrılığını sükûnet ile karşılayan La Liga yönetiminin ellerindeki tek pazarlama metası olan Messi’nin de ellerinden kaçmasına izin vermeyeceğini az çok hepimiz öngörüyorduk ama Manchester City ve ona bağlı medya kuruluşlarının bunu kendi reklamları için bu kadar kullanabileceğini pek tahmin edememiştik. 33 yaşında ve dünyanın en çok kazanan futbolcusu sıfatını taşıyan bir adama verilecek olan 700 milyon Euro bonservis ve 5 senelik maaşı düşününce, bu paranın ekonomik olarak geri dönüşünün olması zaten pek imkân dahilinde değildi. (Messi’nin Barcelona’dan 87 milyon Euro maaş, sponsorlar dahil toplamda da 131 milyon Euro yıllık kazancı olduğu söyleniyor)
City’nin reklam çalışmasına alet olan medya organları işi daha da ileri götürüp Messi’nin 3 sene İngiltere’de kalan 2 sene de ABD’deki ortak takım New York City’de oynayacağını söylemesi işi daha da rezil boyuta taşıdı. Bizleri 19.yüzyıl başındaki insanat bahçesi günlerine götüren bu anlayış para ve ona hükmedenlerin futbol endüstrisini getirmek istedikleri noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Sanki New York’a sirk gidiyormuş ve New York halkına Messi’yi göstereceklermiş gibi bir yaklaşımın ne kadar etik olduğunun yorumunu sizlere bırakarak benzer durumda çırpınan ülkemizi ele almak gerek diye düşünüyorum.
Son yıllarda bir alışkanlık haline gelen taraftarı büyük oyuncu geleceğine inandır ve tüm transfer dönemini onun algısı ile geçir stratejisi herhangi bir mantık içermese de Türkiye’de geçerli bir akçe haline gelmiştir. Şüphesiz bu durumdan maddi ya da manevi olarak nemalanmakta olan birçok aktör var ama en trajiği hedef durumundaki taraftarın buna mahal vermesidir.
Yazının giriş bölümünde de bahsettiğim gibi futbolla olan ilgisi ayak bileği seviyesinde olan güruh “X” takım 10 tane adam aldı biz neden 7 tane aldık adlı idrar yarışının bir aktörü olmayı kendine görev addeder. Bize gerçekten o kadar adam lazım mı, bize o adam lazım mı, bizim bütçemiz nedir, bugünkü finansal darboğazda bizim katkımız nedir, önceki yıllarda yönetimi yanlış ve gereksiz transferlere iterek bugünkü sıkıntılı durumu biz mi yarattık, bizim bu davranışımız yönetime kendi beceriksizliklerini örtmek için bulunmaz bir nimet sunuyor mu gibi sorulardan kaç tanesini kendine sorar taraftar bilinmez ama bu soruların pek de sorulmadığını bilen perde arkası aktörleri bu zaafı kullanmaya devam eder.
Ülkenin spor kanalında kulüplerin Covid test parasını ödeyemediği ve bunun için TFF’ye başvurduğu haberi yayınlanırken aynı dakikalarda başka bir mecrada Benfica’nın 9 milyon Euro yıllık maaş veremediği için alamadığı adamı Türk takımlarının transfer etmek istediği haberi çıkıyor ve bir Allah’ın kulu da “Ya arkadaşım git bak bakalım buzdolabında ayran var mı içmeye?” diye bu adamları uyarmıyor. Çünkü yersen ve yiyen çok maalesef.
İnsan bunları gördükten sonra kendisine ya ülke insanın zekasında gerileme var ya da iş güç yok ne yapsınlar zaman geçsin diye mi bunlara inanır-mış gibi yapıyorlar diye sormadan edemiyor. Mış gibi yapanlara karşı taraftar da mı mış gibi yapıyor sorusu hep kafaları kurcalıyor.
Lafı çok uzatmadan bağlamak gerekirse, basit mantıkla, yarım depo benzini olan adam yarım depo daha alsa deposunu doldurur, ¾ depo benzini olan ise sadece çeyrek depo benzin ile diğer araba ile aynı seviyeye gelir. Sen diğer araba yarım depo alıyor diye kendini bir yarışa sokup çeyrek yeterken yarım depo alırsan ¼ depo benzinin yere akar ve bu da sana zarar yazar. Transfer dönemlerinin en basit analizi budur.
Taraftarın bir insan olarak kendi içine dönüp ben ne istiyorum sorusunu sorması gerekir. İnsan önce elindeki ile yetinip, israftan kaçınarak, ondan bir ürün çıkarmaya çalışmalıdır. Bu, takımında halihazırda var olan bir oyuncu da olabilir, altyapıdan gelecek olan bir genç de ama yeter ki onlara şans verilsin aksi halde iş tüketim çılgınlığına dönecektir.
Muhyiddin Abdal’ın Nefes’te dile getirdiği ve insanı farklı düşüncülere iten bir sözle yazıma nokta koymak istiyorum:
Ayan nedir, pinhan (nihan) nedir
Nişan nedir şimdi bildim…
Ayan da belli, nihan da maksat nişanı görebilmek çünkü taraftar yani insan aslında dünden hazır gönlünü sevdiği takıma vermeye….
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu günler diliyorum…
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78