3.lük Maçı: Türkiye 80-71 Yunanistan
Anlatılacak hem güzel, hem de menfi yönleri var bu maçın bizim adımıza. Güzel yönlerin tadını çıkarabilmek için, evvela kötü yanları bir bir eleyelim sohbetimizden;
Bu maçla beraber artık kanıksadık; biz henüz boyalı alan savunmasını beceremiyoruz. Gerek sertlik eksikliğinden, gerek pozisyon alma ve yer tutma hatasından, gerekse de atletizmimizi çeviklik olarak kullanamamaktan muzdaribiz. Rakibin en önemli (ve de mevkisine oranla en güçlü) penetrecisi ABD asıllı Dorsey, boyuna içeriye dalarak basket-faul aldırmayı başardı ve pota altı savunmamızı tarumar etti. Aslında hem Ege, hem Egemen, hem Ayberk, hem de Mehmet, gayet dirençli ve azimli birebir müdafaacılardır. Gelgelelim, rakibin dinamizmine ve akrobatlıklarına yeterli uyumu sağlamayınca bol bol faul problemine giriyorlar. Dorsey de ABD asıllı bir vücuda sahip olmanın bünyeye kattıkları ile bize haddinden fazla zor zaman yaşattı. Ve kötü haber: Euroleague takımları Dorsey’lerle dolup taşıyor…
Dahası, rakibin ilk adımına ve penetrelerine, atletizm ve çabukluk farkı yüzünden karşılık veremeyenler sadece uzunlarımız değil. Kısalarımız da, kuvvetli bir rakip kendilerini cüsse veya omuzla yana ittirip içeriye dalmak istediklerinde çok “edilgen” kalıyorlar. Yani, daha evvel bahsettiğimiz şu fiziksel gelişim yine etkisini sürdürüyor. Rakibe fazla boş şut imkanı tanımadığımız, tanısak da pek pişman olmadığımız bir müsabakadan çıktığımız için, takip, adam değişme ve boş adama çabucak yönelme eksiklerimize bol bol değinmenin bir yararı olmayacak. Aslında teori bakımından eksik değiliz, üstelik iyi niyetliyiz; fakat pratiğe uygulamakta çok başarılı olduğumuz söylenemez. Biraz rakibin ıskalama yönünden insafına kalıyoruz.
3 sayı gerisinden halen iyi değiliz. Ne Yiğit, ne Oğulcan, ne de Okben boş atışlarda bile bir ritim tutturamadılar. Bu maç özelinde şansımız, Furkan’ın yine orta mesafeden şut istikrarı sağlayabilmesiydi. Furkan ayrıca açık alanda fırsatçılığını ve zekasını kullanarak olmaz yerlerden bile sayı bulmayı başardı. Zaten Egemen ve Furkan mümkününce sayı atabilmeyi sürdürdüğü için maçın son periyodunda rakibin bizi yakalamasına müsaade etmedik. Yoksa öyle iyi savunma yaptığımız falan söylenemezdi. Ki biz savunma takımı olmakla övünüyoruz…
Tabi en büyük şansımız, rakibin tüm kondisyonunu dün ABD karşısında tüketip bol bol yıpranmış olmasıydı. Bizim karşımızda çok dermansızlardı. Uzunlardan sürpriz birkaç skorer isim çıkarsalar bile, bilhassa Charalabopoulos’un sakatlanıp çıkmasından sonra dış şutlarda çok büyük isabet problemi çektiler. Eğer yarı finalde karşımıza çıksalardı, Hırvatistan’dan hallice yenerlerdi bizi muhtemelen. Onlar tüm barutlarını asıl hedeflerine, yani ABD’ye karşı harcadılar; bu hata da bizi madalyaya bir değil, en az üç adım yaklaştırdı. Ne Papagiannis ile, ne de Dorsey ile müdafaada eşleşebilecek düzeyde kalıplı ve dayanıklı oyuncularımız yok. Fakat rakipte pek mecal kalmamışken, böylesi defolarımız görünmedi sahada.
Evet, handikapları tükettik. Geçelim güzide yanlarımıza… İlk olarak, Tolga’nın oyunu yönlendirme kabiliyeti daha da ilerlediği için, bana kalırsa turnuva genelinde Türk basketbolu adına en büyük kazancımız Tolga oldu. Nihayet, üç senedir her fırsatta “fısıldadığım” üzere, Tolga’nın adı Bodiroga gibi efsanelerle yanyana kullanılmaya, müstesna oyun tarzı böylesi dev isimlerle özdeşleşmeye başlandı tüm basında.
Hücum ribauntlarında ve pas trafiğinde son maç gayet iyiydik, bunu da unutmayalım.
Furkan, Efes A Takımı’nda bulduğu süreler sayesinde, yaşı kendisinden daha büyük olan nice takım arkadaşından çok daha komple ve hazır bir halde turnuvayı tamamladı ve tecrübesi ile atletizmini ve yeteneğini birleştirip, turnuvanın ilk beşine seçilmeyi başardı. Hem de her maçta kenardan gelerek! A takımla yaşanan tecrübenin ve Ivkovic’in maharetli ellerine bırakılan teknik gelişimin ne denli fark yarattığını daha fazla açıklamamıza gerek yok sanırım.
Egemen, fizik eksiğine karşın, geniş hücum repertuarıyla ezber bozup boyalı alanı birbirine katmaya devam ediyor. Oyunu giderek potadan uzaklaşsa bile, hedefleri doğrultusunda orta ve dış mesafe şutlarına ağırlık vermesi bence doğru. Kalıplı bir pivot-forvet haline geldiğinde, Euroleague’in aranan adamı olacaktır. Ben giderek o’nun oyun yapısının Mirsad Türkcan’ınkine benzeyeceğini düşünüyorum. Ama eğer ribauntlara veya fiziksel mücadeleye gereken önemi vermezse, Mirsad’dan ziyade Mehmet Okur ekolüne geçiş yapar (bu elbette bizler için olumsuz bir değişim olmaz, fakat Mehmet’in son yıllarda iyiden iyiye üç sayı meraklısı bir pivot haline gelip pota altındaki etkisini, hırsını ve mücadeleciliğini yitirdiğini de unutmayalım). Eğer hedefi halen daha NBA’de 3-4 numaralı mevkilerde ses getirmekse, ekole dair kararını şimdiden vermesi gerekecek. Zira Egemen kadar saf ve doğal bir boyalı alan skorerine adım başı rast gelmiyoruz ve o’nun pota altını tümden feda etmesi, Ömer Yurtseven birkaç yaş daha büyüyene dek hiç işimize gelmeyecektir.
Ege’nin ilk turdaki talihsiz sakatlığı muhtemelen performansına bir nebze yanısımıştır. Ege geçen yıl, hem içeriden hem dışarıdan temiz bir bilekle net katkılar vermiş, azmiyle benim gibi gözlemcilerde “yeni Kerem Gönlüm” yakıştırmaları uyandırmayı başarmış bir oyuncu. Fiziğinin yanı sıra, dış şut istikrarı şart. Yoksa modern basketbolda 4 numaralara sadece pota altından ekmek vermezler.
Mehmet Alemdaroğlu tıpkı bir Ben Wallace veya Dennis Rodman gibi oynamaya çalışıyor, sahaya dev bir ribaunt katkısı ve yırtıcılık koyuyor; bunun tek olumsuz tarafı da, saydığım isimler kadar kör bir skorere evrilmesi. Charles Oakley veya Charles Barkley olmak varken, Wallace’a kanaat etmek ne denli isabetli olabilir ki?
Ayberk’in ilacı belli: basketbola geç başlamasını telafi etmek adına sürekli oynaması ve tecrübe kazanması lazım. Ve esasen geçen sene bu yönde çok doğru görünen bir tercih de yapmıştı, fakat gittiği kulübün gözünü kazanma hırsı bürüyünce o’nun da senesi heba olmuştu.
Yiğit, yumuşak bileğiyle iyi bir şutör adayı. Harun Erdenay ile Serdar Apaydın karışımı bir şutörlük stili pırıltısı görünüyor kendisinde. Hatta Tofaş’ta süre bulmasını da buna borçlu. Fakat savunmayı es geçerse, takım arkadaşı Kadir Bayram gibi o’nun da cevheri ve kapasitesi bir-bir buçuk adım geriye gidecek. Türkiye’de zaten bir Melih Mahmutoğlu var. İkincisine ihtiyaç olacağını hiç sanmıyorum. Henüz vakti geçmemişken, Volkan Aydın, Haluk Yıldırım gibi isimlerden feyz alınmalı.
Doğuş, en zayıf isimlerdendi. Sadece hırçın olmak, hırsını takım lehine kullanamamak acı veriyordur muhtemelen o’na da. Çok çok daha iyi olabilir. Çaresi, Ayberk ile tıpatıp aynı. Kendini bir an evvel, gözü genç menç görmeyen başarı tandanslı takımlardan kurtarmalı.
Oğulcan, sadece ellerinin “soğukluğundan” ızdırap çekiyor. Hücumda (maskesi varken ve sakatken bile) çok hırslı. Hırsı, Doğuş’unkinin aksine, takıma zarar vermiyor. Sadece, ıska geçilen şutlar olarak yansıyor. Savunmasını ve fiziğini geliştirip sahada süre buldukça, zamanı gelecektir. Mayası, hamuru iyi; pişmesini beklemek lazım, ham bırakmamak lazım, yakmamak lazım. Yani ayarı tutturmak çok mühim.
Okben iyi bir lider olabilir. Belli ki fiziksel gelişim bakımından da (en azından atletizm yönünden) birkaç iyi adım atıyor. Fakat Metecan Birsen ile aynı dertten muzdarip: Antremandaki yeteneklerini maça, sahaya kolay kolay yansıtamıyor. Her dakika aynı konsantrasyonu gösterse, ekibimizin doğal lideri olmasının önünde hiçbir engel kalmayacak. Peki, o düşüş yaşarken kim devreye girmeli? Artık yavaş yavaş dış şut edinmesi gereken ve fiziklerine katkı yapmaları farz olan iki isim: Tolga ve Berk. Berk, bu yılı neredeyse hiç oynamadan geçirmesine karşın, yine de en hazır isimlerimizden birisiydi bu turnuvada. Fiziğinden ziyade, denge mevhumunu ve bilek gücünü ayarlaması gerekiyor. Zira kısa boyu yüzünden her şutta çok zıplaması ve aşırı efor harcaması gerekiyor. O da Tolga da sayı atmayı çok sevmiyorlar, ama günümüz basketbolunda muhakkak belli bir düzeyde sayı tehdidi arz etmek zorundalar.
Evet, maçta işler bizim lehimizeydi, şansımız yaver gitti. Ama sadece şansla olmaz. Yunanistan’ın perişan hali olmasa, bizim mevcut moralsizliğimiz ve fiziksel noksanlarımızla kazanmamız çok çok zor olurdu, doğru; fakat en azından istikrarlı bir skorer (Furkan) yaratmayı başarıp, yediğimiz sayıları ve felaket üçlük yüzdemizi telafi etmeyi başardık. Rakibin bitkinliğinden iyi yararlanıp bol bol top çaldık, Hırvatlar’ın dün bize yaptığı gibi, güzel hızlı hücumlarla kolay sayılar elde ettik. Bu sayede, aldığımız madalyanın sevincini yarı yarıya yaşayabiliriz ve aldığımız madalyanın teneke parçası değil, hakiki bronz olduğunu, kıymetli bir madeni hak ettiğimizi söyleyebiliriz. Artık darısı, çok yakında başlayacak olan ve buradaki kadronun yarısını bize tekrar seyrettirecek olan Ümitler (U-20) Şampiyonası’na. Milli takımla heyecan yaşamak, her daim bir ayrıcalıktır.
Birkaç kelam da final maçına dair söyleyelim bitirmeden; Hırvatlar rövanş mücadelesinde işi çok daha sıkı tuttular. Ve şanslarına, karşılarında bir gün evvel Yunanistan tarafından fena halde bezdirilmiş ve yıpratılmış bir ABD buldular. ABD’liler çok üstün atletler, fakat içlerinde fark yaratacak “kuvvette” kalıplı ve güçlü isimler yok. Hırvatlar ise, fiziksel bakımdan komple hale gelmiş oyuncularla bezeli, malum. İşte bu avantajlarını da hanelerine ekleyerek ABD’ye çok ciddi sıkıntılar verdiler. Ve hatta normal sürenin sonunda Bozic faul çizgisinden ıska geçmeseydi, mucizeyi tamamlayabileceklerdi. Uzatmada eğer Arapovic 5 faulle kenara gelmiş olmasaydı, ABD ne 10-0’lık bir seri yakalayabilirdi, ne de Hırvatlar’a fark atabilirdi. (normal süre 67-67 bitti, Uzatmada 79-71 ABD kazandı)
Aslan payı kimin peki? NCAA’lerin, ABA Ligi takımlarının. Çünkü gençleri büyütmeyi iyi başarmışlar. Bireysel anlamda da, çeyrek finalden bu yana şahlanan MVP Jalen Brunson soğukkanlılığı ve liderlik vasfı sayesinde daha şimdiden büyük oyuncu olacağını kanıtladı. Arka arkaya 3. kritik maçta da takımının ayakta kalan yegane ismi olmayı başardı. Arapovic ve Slavica ise, Mazalin, Zizic ve bilhassa da Bender ile biraraya geldikleri gün tüm rakiplerine cehennemden manzaralar sunmaya namzetler. Ve ben olsam Giles’ı değil, Slavica’yı veya Tatum’u ilk beşe seçerdim. Slavica ve Arapovic’in birlikte böyle bir bröveyi almaları düşüncesi huzursuzluk yaratmamalı. Neticede şampiyon takımdan sadece 1 oyuncuyu turnuvanın ilk beşine seçmek, hiç de rastlanmamış bir şey değil (bkz. 2013 FIBA U-18 Şampiyonası).
Ev sahibi Yunanistan’ın, ABD maçı sonrası herhangi bir madalya alamadan turnuvayı noktalaması üzücü görünebilir, fakat tüm gücü ABD’ye harcayıp, 3.lük mücadelesinde yüzyüze geleceği Türkiye’yi (veya potansiyel olarak Hırvatistan’ı) ikinci plana değil, tümden yabana atmak, küçümsemek veya umursamamak, böylesi ağır cezalara çarptırılmayı da hak eder. Charalambopoulos’un talihsiz sakatlığını elbette ki tenzih ederim. Hem Hırvatlar, hem de Yunanlılar, ABD’ye büyük baş ağrıları yaşattılar, teker teker tebriklere mazhar olmayı raddesine dek hak ettiler. Bizse, arzuladığımız Türkiye – ABD finalini oynamasak da, madalyamızda gururdan çok mağrur burukluklar olsa da, yine de Dünya Üçüncüsü olmayı başardık. Tüm oyuncularımıza tebrikler sunup, koçumuza kolaylıklar, kulüp takımlarımıza ve federasyonumuza da ders çıkarılacak ibretlikleri görecek basiret temenni ederim.
Son söz: Bireysel hücumunu geliştirmiş bir Tolga Geçim varken, Emir Preldzic’e hiç ihtiyacımız kalmayacak.
Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın
mail: efe.ozenc@abcspor.com
twitter: @efe_ozenc