İlk futbol maçına 1947 yılında, sekiz yaşında gittim. Bu yılı izleyen altmış yedi yıl içinde çeşitli spor olaylarını izledim ve inanılmaz ilginç olaylara tanık oldum. Bu olayları, aklıma geldiğince sıralamaya çalışayım..
Altmışlı yılların ikinci yarısında Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Tesisler Dairesinde proje mimarı olarak çalışırken Elazığ Stadyumunda oluşan yapısal bir sorunu yerinde incelemek amacıyla Elazığ’a gönderildim. Elazığ Bölge Müdürü, yetkili mimar hanım ile birlikte stadyuma ulaştık. Kapalı tribüne girince tribüne göre sol yöndeki kalenin yakınında, ceza sahası dışında, korner çizgisine dik iki kamyon tekerleği izi gözüme çarptı. Biz sorunu incelerken sahada liseler arası futbol şampiyonası çerçevesinde bir maç başladı. Bir süre sonra gözlerime inanamadığım bir olay gerçekleşti. Maç sürerken, daha önce sözünü ettiğim izlerin üzerinde, resmen futbol alanı içinde, yapı malzemesi taşıyan bir kamyon ilerlemeye başladı. “Bu nasıl olabilir?” diye bölge müdürüne sorduğumda şöyle bir yanıtla karşılaştım: “Futbolcular uyarıldı, kamyon sahaya girdiğinde topu o tarafa atmıyorlar!”
Ben şimdi sunacağım olayı görmedim, ancak arşivimdeki eski spor dergilerinden birinde okudum. Fenerbahçe’nin efsanevi kalecisi ve kaptanı rahmetli Cihat Arman takımının önünde sahaya çıkarken ayağını sahaya attığında döner arkasına bakarmış. O zamanlar takımlar birlikte değil, ayrı ayrı sahaya çıkarlardı. Niye öyle arkasına baktığını soranlara “Bir maç öncesi bizim afacanlar sözleşmişler, ardım sıra kimse gelmemiş, ben de tek başıma, büyük pozlar takınarak koşar adım santra yuvarlağına kadar tek başıma gitmişim.” demiş.
Yine Cihat Arman’dan bir aktarma. Büyük bir maçın son dakikaları. Fenerbahçe bir farkla galip. Rakip forvet Fenerbahçe kalesine doğru zayıf bir şut atmış. Top aut çizgisine doğru gitmekte. Kaptan hem vakit geçirmek hem de karşı takımdaki arkadaşlarını biraz kızdırmak amacıyla topa doğru bir hamle yapmış, sonra da kasıtlı olarak ıska geçmiş. Auta çıkmakta olan top çizginin bir karış önündeki çamur tepeciğe çarpmış, yön değiştirmiş ve tıngır mıngır Fenerbahçe kalesine beraberlik golü olarak girmiş.
Altmışlı yılların başı. İstanbul’da bir milli maç. Dünya Kupası eleme gruplarından birinde Sovyetler Birliği ile oynuyoruz. İlk maçı Moskova’da 1-0 yitirmişiz. Aynı grupta olan Norveç’e karşı iki yengi almışız. Sovyetleri yenersek son 16 takım arasına gireceğiz. Maç başlıyor, kötü de oynamıyoruz. Yalnız santrforları biraz agresif. Adamın moralini bozup sindirmek gerek. Bu da ancak hakaretle, küfürle olabilir. Top Sovyet dokuz numaraya gelince tribünler bir ağızdan bağırmaya başlıyor: “Komünist! Komünist!”
Komünist sözcüğü geçince bir espri de bizlerden. Bu kez Ankara’da bir grup eleme maçı. Rakip Çekoslovakya. Maç başlamadan iki saat önce kapalı tribündeki yerimizi almışız. Yanımda ODTÜ’den yakın arkadaşım Mehmet Hamuroğlu var. Gençlik Parkı yönündeki açık tribünde bir kavga başlıyor. Bir grup diğer bir gruba saldırıyor. Ellerindeki Türk bayrakları ile karşılarındakilerin kafasına kafasına vuruyorlar. Bayrakla kim dövülür? Tabii ki komünistler. Anında espriyi patlatıyorum. “Milliyetçi gençler komünistleri dövüyor!” Mehmet arkadaşım espriyi daha da ileri götürüyor. “Bu komünistlerden korkulur, seyirci kılığına bile giriyorlar!” Çevremizdekiler gülmekten kırılıyor.
1958 yılında milli takım Brüksel’de Belçika ile oynuyor. 1-1 berabere sonuçlanan özel maçın ikinci yarısının ortalarında santrhafımız Naci Erdem Belçikalı bir forvet ile birlikte bir hava topuna yükseliyor. Belçikalı’nın kafası Naci’nin burnunda patlıyor. Naci kanlar içinde ve yerlerde. Özel maç olduğu için saha dışına alınıyor. Burun kemiği yerinden oynamış. Ertesi hafta Bükreş’te Romanya ile Avrupa Kupası eleme maçımız var. Naci mutlak oynamalı. Ameliyat olmasına vakit yok. Burnuna yüksek dozda ağrı kesici sıvı sıkılıyor, buna rağmen ızdırabı çok fazla. Maç başlıyor. Oyunun ilk dakikaları. Naci bu kez bir Romen futbolcu ile bir hava topuna yükseliyor. Romen’in kafası yine Naci’nin burnunda. Naci çimlerin üzerinde yatıyor ama acısı falan kalmamış. Burun kemiği yerine oturmuş. Böylelikle sevimli futbolcumuz ameliyat derdinden kurtuluyor.
Yine aynı Romanya milli maçındayız. Oyunun son on dakikası. 2-0 yenik oynuyoruz ve kaleci Turgay Şeren sakatlanıyor. O yıllar resmi maçlarda oyuncu değiştirilemiyor, takımlar oyunu başladıkları kadro ile bitiriyorlar. Turgay oyunu bırakınca yerine Can Bartu kaleye geçiyor. Bir kaç kurtarış yapıyor. Sol bekimiz Ahmet Berman son dakikada çok sert ve pis bir geri pası veriyor ve Can’ı kontrpiyede bırakarak Romenlerin üçüncü golünü atıyor. Üstelik İstanbul’daki rövanşı da 2-0 kazanmaz mıyız? Böylece Kambur Ahmet’in Can’ın kalesine attığı bu golle Romen’lere eleniyoruz.
Avrupa Şampiyon Kulüpler Turnuasının ilk yılları. Türkiye Liginin ikinci yılında şampiyon olan Beşiktaş Madrit’te meşhur Real Madrid ile oynuyor. Real o yıla kadar yapılan bu turnuayı hep kazanmış. Başka bir şampiyon henüz çıkmamış. Genel kanı Beşiktaş’ın açık farklı yenileceği. Karşı takımda Puşkaşlar, Di Stefanolar, Gentolar falan var. İspanyol takımı sürekli Beşiktaş yarı sahasında oynuyor. Ünlü forvetler Beşiktaş kalesini dövüyorlar, ama kalede Varol Ürkmez harikalar yaratıyor ve iki golden fazlasına izin vermiyor. Son on beş dakikada Varol sakatlanarak saha dışına alınıyor. Yerine bek Aleko Sofyanidis geçiyor. Sofyanidis Beyoğluspor’dan Beşiktaş’a gelmiş. Aynen Can gibi futbol ve basketbolü birlikte oynuyor. İspanyollar “Tamam şimdi farkı açarız” diye hevesleniyorlar ama boşuna. Sofyanidis Varol’dan da fazla harikalar yaratıyor ve başka gole geçit vermiyor. Aleksandros Sofyanidis daha sonra Yunanistan’a giderek Yunan milli takımına teknik direktörlük yapacak. 1988 yılında İstanbul’da oynanan Türkiye – Yunanistan maçına Yunan takımının başında gelecek, ancak oyunun yedinci dakikasında Tanju Çolak’ın kazanılan penaltıyı gole çevirmesi üzerine nerede ve hangi makamda bulunduğunu unutarak gol diye havalara fırlayacak.
Altmışlı yıllarda Fenerbahçe Ankara’da PTT ile milli lig maçı oynuyor. Müthiş bir yağmur var, saha vıcık vıcık. Birinci dakikada Mikro Mustafa’nın golüyle 1-0 öne geçiyoruz. Hava koşullarına karşın çok iyi bir maç var sahada. Top bir o kalede, bir ötekinde. Tek fark tehlikeli, her an beraberlik golü gelebilir. İkinci devre Naci Erdem bir fırsatı iyi değerlendiriyor. Ceza alanı üzerinden kaleye şutluyor. Top kaleci Cavit’i geçiyor ve ikinci golümüz olarak kaleye doğru yönleniyor. “Goool” diye ayaklanıyoruz. Top gol çizgisi üzerindeki çamura saplanıyor ve kaleye girmiyor. PTT savunucuları yetişip topu uzaklaştırıyorlar. Neyse ki maçı 1-0 kazanıyoruz.
Yine altmışlı yıllarda Ankara’da izlediğim bir milli lig maçında şöyle bir olay gerçekleşiyor. Ankara’da deplasmanda oynayan İstanbulspor’un kalecisi Arap Yılmaz kendisine gelen topu tuttuktan sonra degaj yapmak amacıyla ileriye doğru vuruyor. Çok yükselemeyen top fazla da ileri gidemiyor. Ceza sahası üzerinde bulunan arkası kaleye dönük savunma oyuncusu Türker’in sırtına çarpıyor, Yılmaz’ı da kontrpiyede bırakıyor ve adını anımsayamadığım Ankara takımı hesabına gol olarak İstanbulspor filelerine gidiyor.
Benzer bir olaya 1969 yılında İnönü Stadında tanık oluyorum. Yine bir milli lig maçında Beşiktaş kalecisi, ki adını anımsamıyorum, degaj yaparken topu beş metre önündeki Demirsporlu Ersan’a çarptırıyor. Top yön değiştiriyor ve Beşiktaş kalesine giriyor. Ersan’a yazılan bu golle de maç berabere bitiyor.
Bu Demirspor’un itikatı yüksek bir kalecisi var: Altay. Altmışlı yılların ikinci yarısına doğru milli lig puan cetvelinde Demirspor düşme çizgisinin altında. Ligin son haftalarının birinde yine düşme çizgisi yakınlarındaki bir rakiple oynuyorlar. Mutlak kazanmaları gerekli, rakibe bir puan yetiyor. Maçın son dakikaları oynanıyor. Durum golsüz berabere. Derken Demirspor rakip ceza çizgisi üzerinde bir frikik kazanıyor. Kaleci Altay kendi ceza sahasının yayının en uç noktasına geliyor. Ellerini açıyor ve resmen okuyup üfleyip dua ediyor. Ama Tanrı Altay’ın bu duasını kabul etmiyor, gol olmuyor ve Ankara Demirspor bir daha dönmemek üzere milli lige hoşça kal diyor.