Evet, sözün aslı “Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirmek” sayın okuyucu, artistlik yapma bana.
Bu söz, bir işe büyük bir heyecan, istek ve coşkuyla başlanması, ama asıl hedefe de soğukkanlı, planlı ve disiplinli bir çalışma sonucunda ulaşılması gerektiğini ifade eder. En azından ben öyle anlıyorum. Bunu yaparken de iki milletin karakteristik özelliğine vurgu yapar.
E malum bizim ahali her işi bilir, her işi yapar ama bu yüzden de yaptığı işin kalitesi düşük olur, hatta o işi bitiremediği sıkça görülür.
Misal, eve gelen fayans ustası, ilk gün o fayansları banyoya öyle bir dizer ki, elde çay sigara oturup izleyesi gelir insanın. Hatta kısmen gurur duyulur, “ulan iyi bulduk bu adamı” diye. Lakin gelgelelim, sonraki günlerde bu itoğlusu ustayı ara ki bulasındır. Geldiği zaman da ya geç gelir, ya bir dünya söylenir işi yaparken.
Sanırsın ki bedavaya çalışıyo eşşek sıpası.
Bizim milli takımın durumu da yıllardır böyle.
Her turnuva öncesi, “önümüzdeki 10 yılın takımı” oluşturulur. Bir dünya adam çağırılır hazırlık kampına. Gözler ışıl ışıl, umut dolu açıklamalar falan yapılır. İdmanlar kıran kırana geçer, arkadaşlık falan had safhadadır zaten. “Fatih Hoca bizim babamız” beyanları bu kampların olmazsa olmazıdır.
Sonra ilk resmi maçta, şans yanımızdaysa güç bela bir galibiyet alınır. “Lan oğlum, yaşa basmayalım biz” denerek, o 10 yıllık plan revize edilerek, 5 yıllık yapılır. Kadroya eskilerden 3-5-8 adam çağrılıp güzel bir paçal yapılır.
Grup maçlarında sağda solda puanlar bırakılır yine.
Sonrası malum zaten, karikatürlere konu olmuş matematiksel hesaplar.
“Eğer İzlanda deplasmanda Hollanda’yı iki farklı yener, Letonya evinde Çek Cumhuriyeti’yle berabere kalır, Mike Tyson Evander Holyfield’in kulağını ısırır, biz de Kazakistan’a deplasmanda nanik yapabilirsek, grup ikincisi olarak Play-off’a gidebiliyoruz” gibi saçma salak tartışmaların içinde buluruz kendimizi. Televizyon programlarında saatlerce süren değerlendirmeler olur.
Bu hesapların sonu genelde hüsrandır zaten. Çokça tecrübe ettik.
Milli takım söz konusu olduğunda, plansızlık, programsızlık, adam kayırmacılık her şeyin üstüne çıktığı için bu böyle aslında.
Bir kere Federasyon özerk falan değil. Birilerinin geçim kaynağı, bir başkasının propaganda malzemesi olmaktan kurtulamıyor bir türlü. Haluk Ulusoy başkanlığında gidilen 2002 Dünya Kupası’nda beleş tatil yapan delegele eşlerinin “en büyük başkan bizim başkan” tezahüratı ve o cıvıklık hala kulağımda.
İkincisi, kusura bakmasın, Fatih Terim hoca falan değil. Kafasında her ne varsa o sistem 2014 yılına ait değil. E tabi sen adama liderlik konferansları verdirir, beğenmediği soru karşısında gazeteci azarlamasına sessiz kalır, hakemlerin üstüne üstüne yürümesine, tribüne el kol hareketi yapmasına sessiz kalırsan, onun da egosu geometrik olarak büyür.
Oynattığı futbolu geçtim, kurduğu takıma bir bakın, olayı anlarsınız zaten. Farkındayız değil mi Hamit Altıntop oynadı dün milli takımda. Şaka gibi bile değil. 13 yaşındaki ergen, Football Manager’da kadroya bile almaz Hamit’i. Bizimki, kadroya almakla kalmadı, üstüne oynattı bir de.
Futbolcularımız için de milli takımda oynamak bir şeref falan değil artık. E haklı adamlar. Orada oynamak demek, ülkenin o andaki en iyi futbolcularından biri olmak demek değil. Çünkü ülkenin her alanında olduğu gibi, hak eden değil ilişkileri iyi olan futbolcular oynuyor orda. Fatih Terim’in “bundan sonra formayı hak edene vereceğim” açıklaması da bunun ispatı. Yani daha önce hak edene vermediğini titraf ediyor. E yuh!
Neyse uzatmayalım. Milli takımın bakış açısını değiştirmesinde fayda görüyorum.
Böyle Pappualılar gibi rahat ve samimi, Aborijinler kadar dingin ve kendileriyle barışık bir felsefe benimseyelim bence. En azından milli maçlar eğlenceli spor olayları haline gelir, ilave gerginlik yaratmaz kimsede.