Trabzon deplasmanı Beşiktaş için ya sezona veda maçı olacak ya da kazanıp ilk iki sıraya girme şansını son haftaya taşıyacaktı. Ancak maalesef bunu yapmaya gün itibariyle ne motivasyonu yetti, ne de gücü. Şenol hocanın bu tip maçlarda uzun zamandır süregelen taktiksel yetersizliği bir kez daha kendini gösterdi ve Trabzonspor çok büyük bölümünü hakimiyetinde geçirdiği maçı hak ederek kazandı. Beşiktaş adına sezonun en iyilerinden Gökhan Gönül’ün sakatlığı nedeniyle olmaması, bu nedenle Adriano’nun sağ bekte oynamak durumunda kalması ve normal şartlarda bana göre sol açığın hamle oyuncusu olmaktan öteye gidemeyecek olan Caner’in yine en oynamaması gereken bölge olan savunmanın solunda oynaması zaten umut kırıcıydı. (Caner’in mevkiinin sol bek olarak geçiyor olması tamamen saçmalık. Savunma ile, dolayısıyla bek pozisyonuyla uzaktan yakından alakası olmayan bir oyuncu) Bununla beraber Dorukhan’ın sakatlığında onun yerini dolduran oyuncunun Medel olması da bir başka handikap oldu.
Beşiktaş koca ilk yarı boyunca bir kez bile defanstan pasla çıkamadı, ki bu Beşiktaş’ın başarılı olduğu yıllardaki en önemli özelliğiydi. Son 2 sezon ise gösterdi ki, bu da Şenol Güneş’in değil, Marcelo-Atiba-Oğuzhan omurgasındaki uyumun eseriymiş! Bu oyunculardan birini kaybetti diye güzel futbolun en önemli sırrı olan “pasla oyun kurma” amacından tamamen vazgeçer mi bir teknik direktör? Pepe’nin gelişiyle paslı oyundan maalesef vazgeçildi ve Oğuzhan’dan da 10 numara yaratılmaya çalışılarak Atiba da yalnız bırakıldı. Beşiktaş’ın oyun sistemi tamamen amaçsız uzun toplar ve çizgilerde bekleyen faydasız oyunculara top aktarmaktan ibaret çağ dışı bir oyun anlayışına döndü. O günden beri de göze hoş gelen futbol günden güne geride bırakıldı.
Bugün sahaya çıkan 11’i gördüğümüz anda zaten ilk aklımıza düşen soru, “bu takım nasıl hücuma kalkacak?” sorusuydu. İlk yarıda gördük ki bu soruya düşünülmüş bir cevabı da yokmuş hocanın. Haftalardır kulübede çürüyen Oğuzhan’ın bugün dahi akla gelmemesine mantıklı bir yanıt bulamıyorum, lakin bir yandan da belki gelecek açısından böylesi daha hayırlı oluyor diye düşünmek istiyorum. Bu dönemlerde oynasa belki Oğuzhan yine tek başına çok şey değiştiremeyecek ve sahadaki Portekizli şaklabana ses çıkartmayan bir takım çok bilmiş futbol cahillerinin tepkileri altında ezilmeye devam edecekti. En azından önümüzdeki sene taktisyenlik özelliği daha ön planda, bütün mahareti tek bir oyun tarzı olmayıp başka bir planlar da oluşturabilen bir hocanın elinde ve alıştığı bölgede oynarsa, Beşiktaş’ın iki sene şampiyon olurken sağladığı büyük katkıları yeniden vermeye devam edebilir, bütün ümidim bu.
Stoperde Mirin haftalardır olduğu gibi felaket ötesi top kullanımıyla saç baş yoldurdu, aldığı topların çoğunu soldan taca atma başarısını sürdürdü! Öte yandan ancak Kagawa oyuna girip Ljajic biraz geriden top almaya başladıktan sonra Beşiktaş doğru düzgün hücuma çıkabilmeye başladı, bunun için neden 2. yarı beklendi, orası anlaşılamadı. Çok kötü oynarken gol yemeden ilk yarıyı bitirebilen Beşiktaş, biraz üstünlüğü ele aldığı ikinci devrenin ilk dakikalarında ise Abdülkadir Ömür’ün müthiş taşıyıp ortaladığı topta golü kalesinde gördü. Sonrasında farkın açılmaması Karius’un başarılı performansı sayesindeydi. Kagawa ve Ljajic ile göbekten pas yaparak geliştirilmeye çalışılan her atak tehlikeli olurken, sola atılan uzun toplarla Quaresma denen baş belasının buluştuğu her girişim heba oldu. Tek bir çalım denemesinde başarılı olamadı, her topu ezdi ve çok sayıda pozisyon şansını yok etti. Bir diğer hayal kırıklığı Lens oyuna girerken bile Quaresma’yı oyundan almaya kıyamadı Şenol hoca! Keşke giderken onu da yanında götürebilse… Bu adamın bir sezon daha takımda kalma ihtimali dahi tüylerimi ürpertiyor!
Sıklaşan ataklar sonucunda 74. dakikada yine Kagawa&Ljajic iş birliği nihayet golü getirdi Kartal’a. Bu ikilinin takımda kalıp beraber oynayabileceği bir sistem oluşturulabildiği takdirde seneye ne kadar büyük fayda verebileceği görüldü. Ancak golün sevinci çok kısa sürdü, sahanın yıldızlarından Yusuf Yazıcı, kendi top çalmasıyla geliştirdiği ani kontraatağı müthiş bir şutla sonuçlandırıp Beşiktaş’ı yıkan isim oldu. Karius’un onca kurtarıştan sonra bu vuruşa yapabileceği bir şey kalmamıştı.
Beşiktaş bu sezon esasen çok daha öncelerden şampiyonluk ümidini yitirmek üzereyken, Quaresma denen kanserden sakatlığı nedeniyle birkaç haftalığına kurtulmasının da büyük etkisiyle 6 haftalık güzel bir seri yakalayınca yeniden şampiyonluk fırsatı ayağına kadar gelmişti. O andan itibaren ise Galatasaray’ın iki kupayı da alması için her yolu mübah gören başka güçlerin devreye girmesiyle adil bir yarış olanağı ortadan kalktı. Üst üste hakem skandallarıyla geçen maçların ardından futboldan soğuyacak noktaya geldik, bu nedenle geçen haftaki Alanyaspor maçından sonra yazı yazmak bile gelmedi içimden. İki haftadır kendimi sorguluyorum aslında, şu ülkedeki kokuşmuş futbol düzeninde bu kadar maddi/manevi fedakarlık yaparak doğru mu yapıyoruz diye. Öylesine soğuduk ki, kombine bilete, yayıncı kuruluşa, diğer türlü türlü birçok maddi masrafı boşuna yaptığımız hissine kapıldım. Biz kendimizden bunca şey verirken, birileri gizli kapılar arkasında işi bitiriyordu zira. Sonra da pes etmenin doğru seçenek olmadığı kararına vardım.
Yaklaşık 60 yıldır süregelen ve son 30 yılı çeşitli cemaatler ve siyasi güçlerin elleriyle tek bir takımın lehine kirletilen ligimizde Beşiktaşımızın bu olağanüstü dezavantajlı şartlar altında kazandığı 15 tane tertemiz, gurur verici şampiyonluğu düşündüm. Tüm bu rezilliklere karşın Beşiktaş ortalama 4 yılda bir yıkmayı başarmış bu haramilerin saltanatını, iyice düşünürseniz hiç de azımsanmayacak bir başarı. Bu mücadeleyi devam ettirmenin yolu da Beşiktaşımızın maddi ve manevi yanında olmaya devam etmekten geçiyor, bu sene olmazsa seneye, o da olmadı sonraki sene. Göz göre göre, utanmadan hak yiyenlere karşı her defansında daha güçlü ayağa kalkmak en büyük tokattır. Biz de 3 ay sonra sokakları denize çıkan semtimizde daha güçlü, daha hırslı ve daha motive şekilde bir kez daha çıkacağız o haramilerin karşısına. Elbet devran gene dönecek.
Aslında çoğunluğun bildiği ama bazılarının işine gelmediğinden dile getirmediği bir gerçeği, altını çizerek ben vurgulamak isterim; bu ligde kollanan bir takım varsa o Başakşehir değil, 1986/87 sezonundan beri yarışın içinde olduğu her yıl olduğu gibi yine ve yeniden Galatasaray’dır. Başakşehir sezonun geneline bakıldığında futboldan biraz anlayan herkesin kabul edeceği üzere Galatasaray’dan çok daha fazla hak etmiştir şampiyonluğu, ama an itibariyle ligin liderini oynanan futbol değil; TFF, MHK, hakemler ve G.saray’ın (özellikle Aziz Yıldırım’dan sonra) iyiden iyiye lobisini kurduğu mafyalaşmış spor medyası belirlemiştir. Galatasaray camiası, şampiyon olmak için hiçbir zaman Beşiktaş’ın şampiyonluklarındaki gibi hakemlerden medyaya kadar herkesi yenecek derecede çok güçlü olmak zorunda olmadı, o nedenle vasatın azcık üzerinde ortalama bir futbolla kazandıkları hak edilmemiş şampiyonluklarına bir yenisini daha eklemek üzereler. Yarın oynanacak maç şampiyonu belirleyecek, futbolun birazcık adaleti olsa son 25 Avrupa maçında 2 galibiyet alan ve ligde buralara kadar zorla iteklenerek getirilen G.saray’ın asla şampiyon olma şansı olamazdı. Ama ne futbolda ne hayatın genelinde adaletin a’sının olmadığı bir ülkede yaşadığımızı hepimiz biliyoruz…
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: olcay.nurlu@abcspor.com
twitter: @olcynrlu