https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

ERDEM

Okunması Gerekenler

ERDEM

8 Eylül 1985 günü, son Avrupa Şampiyonu Fransa’nın finali kazanan ilk 11’inde yer alan Battiston, Tigana, Giresse, Lacombe gibi yıldızları barındıran Bordeaux takımı Fenerbahçe karşısına çıktığında Fransız ekibinin ne kadar büyük favori olduğuna Samanyolu galaksisinde yer alan herkes hemfikirdi.

 

Municipal Stadı’nda maç sona erdiğinde deplasman takımı maçı 3-2 kazanıyor, rövanşta İnönü Stadı’nda oyunu 0-0’da tutarak turu atlıyordu. Şampiyon Kulüpler Kupası’nın 30 yıllık tarihinin en önemli sürprizlerinden birine tüm dünya tanıklık ediyordu.

 

Bu eşleşme futbolda sonucun ancak sahada mücadele ederek, savaşarak, savunarak ve akıllı hücum ederek alınabileceğinin en büyük kanıtı olarak futbol tarihindeki yerini almıştı. Bu epik ve tarihi olay esnasında Fransız takımının başındaki isim takımı 1980 yılından beri yöneten Aime Jacquet idi. 1985’te geçirilen o iki hafta Jacquet için belki de önündeki kariyerini etkileyecek bir dönem olacaktı.

 

Bu olaydan 8 sene sonra 1993 yılı Kasım ayında Paris’te Parc des Princes Stadı’nda, maçın son anlarında, oyuna Jean Pierre Papin’in yerine sonradan giren David Ginola topu köşe bayrağının kenarına götürdüğünde herkes, zamanı öldürüp maçı orada bitireceğini ve Bulgaristan önünden kazanılacak 1 puan ile Fransa’nın Meksika 86’dan sonra ilk kez Dünya Kupası’na gideceğini düşünüyordu. Fakat öyle olmadı, Ginola garip bir şekilde topu içeri ortaladı ve Bulgaristan kontratağına evirilen hücum Kostadinov’un golü ile sonuçlandığında ABD 94 vizesini Bulgaristan alıyordu.

 

Gerard Houllier’in takımı ve tüm Dünya şoktaydı. Cantona, Papin ve Ginola gibi yaşayan efsanelerin olduğu Maviler (Les Bleus) son iki maçtan 1 puan alması yeterken hiç puan alarak sahneden iniyordu.

 

Herkes Bulgaristan maçını itham etse de kanaatimce o maçtan bir ay önce yine ev sahibi olduğu maçta İsrail’e 2-3 mağlup olduğu maç sonun başlangıcıydı. Son iki iç saha maçından 1 puan yeterliyken 0 puan alınan ’93 hazanı 1978’de tohumları atılan 1982’de yarı final, 1984’te kupa, 1986’da yarı final gören, Platini sonrası 88 ve 90 turnuvalarını boş geçen, Platini yönetiminde namağlup geldiği Euro 92’de hayal kırıklığı yaşayan ve yaşatan Fransa’nın dibe vurduğu andı.

 

Yeniden yapılanmaya giden Fransa futbolu takımın başına bu işin öncü filozoflarından Aime Jacquet’yi getiriyordu. Saha kenarında elinde kâğıdı ve not defteri ile farklı bir tarzı olan Jacquet ilk iş olarak takımın 3 yıldızını (Cantona, Ginola ve Papin) takımdan kesiyor ve Zidane, Thuram, Desailly, Dugarry, Deschamps, Barthez omurgası üzerine kurulacak bir takımın nüvesini oluşturuyordu.

 

Fransız medyası ise daha o günlerden Jacquet’e notunu vermişti. Bu adam futboldan anlamıyor, savunmaya dayalı kontrol oyununda ısrar ediyor ve yıldızları köreltiyordu. Hâlbuki Jacquet, o dönem, Almanya, Hollanda, İtalya, İngiltere gibi futbol ekollerinin arasına ülkesini tekrar sokacak gerçekçi futbolu kurgulamış ve sahneye koymaya çalışıyordu.

 

İlk aşamada Euro 96’da penaltılarla kaybedilen Çek Cum. yarı finali, iki sene sonra kendi evlerinde düzenleyecekleri Dünya Kupası için ışık yakmıştı ama Fransız medyası gün geçtikçe ağırlaşan sözlerle Jacquet’i kılıçtan geçiriyordu. Özellikle Ginola kariyerinin en iyi günlerini yaşarken Jacquet, Monaco’dan Henry ve Trezeguet gibi iki genç ama soru işareti adamın üzerinde duruyordu.

 

12 Temmuz 1998 günü en güvendiği adamların başında gelen Zinedine Zidane Brezilya ağlarına iki kafa golünü bırakıp ülkesini Dünya Şampiyonu yaptığında ülke zafer sarhoşluğundayken Stade de France’ın bulunduğu St.Denis mahallesinde sadece bir kişi içinde barındırdığı erdemlerin duygularını ve aklını yönetmesine izin veriyordu. Bu kişi Aime Jacquet idi.

 

Özellikle Fransız spor medyasının devi L’Equipe ile girdiği polemiklerden bıkan Jacquet, kupa töreni akabinde en yüksekte olduğu anda istifasını sunuyor ve bu sahneden çekiliyordu. Lyon’da başlayan kariyer en tepede Dünya Kupası zaferi ile sona eriyordu ama bu pek de alışık olduğumuz bir durum değildi.

 

Jacquet isteseydi kupanın verdiği güçle Fransa’da krallığını ilan edebilirdi. O koltukta yıllarca oturup kurduğu takımın meyvesini hem maddi hem de manevi olarak yiyebilirdi ama koltuğa yapışmadı. Kanaatimce mevki hırsını törpülemiş bir insandı. Kariyerinde yaşadıkları, başarısızlıkları, hayal kırıklıkları ve sevinçleri onun mevki ve güce olan hırsını yenmesini sağladı. Olaylara gerçekçi bakarak doğru bildiğinde dirayet göstermeyi koltuğa tercih etti.

 

Daha sonra L’Equipe için “Je ne pardonnerai jamais” ifadesini kullandı yani onları hiçbir zaman affetmeyecekti. Kendisine karşı özellikle Dünya Kupası oynanırken turnuva esnasında takındıkları ön yargılı tutum için söylüyordu bu sözleri zira hakkını yendiğini düşünüyordu.

 

Aslına bakarsanız affetmek de bir erdemdi ama kişinin kendisini yargılayarak kendiyle ilgili aldığı kararların erdemi her zaman bir adım önde olmalıydı. Belki L’Equipe gazetesini affetmedi ama gazetenin o günden sonra milli takım hocaları hakkındaki kritiklerini daha makul seviyeye indirmesini sağlıyordu.

 

Aradan 20 yıl geçti. O gün Jacquet’nin zirvede bırakmasını sağlayan adam kameraların karşısına geçiyor ve en tepedeyken Real Madrid’i bırakıyordu. 2,5 sene önce Real Madrid B takımından geldiğinde kimsenin bu seviyeye ulaşacakları konusunda bir fikri yoktu. Bu kadar kısa sürede 3 CL Kupası ve 1 La Liga kazanan Zidane yine doğru bildiğinin peşinde gidiyor ve günümüzün Aime Jacquet’i profili çiziyordu. Belki kendi hocasının devraldığı Fransa kadar trajik durumda değildi Real Madrid ama özellikle Barcelona karşısında psikolojik bir hezimetin yaşandığı da aşikardı. İşte Zidane’ı zirveye çıkaran tekrar bu dengeyi sağlamak oldu. Ancelotti ya da Mourinho gibi kurt hocaların yapamadığını yaparak tırmandı en tepeye.

 

Zizou, Jacquet gibi yıldızları kesmiyordu hatta aksine onlara ağabey profili çizip ortak aklın kazanmasını sağlıyordu. İlginçtir dönüp arşive baktığımda bundan tam bir yıl önce yine bir CL zaferi akabinde Zidane için yazdığım güzellemede de onun tevazuundan, ahlakı düstur edinip kararlarının merkezine koymasından bahsettiğimi görünce bugün gördüğüm bu karar beni şaşırtmadı desem yeridir.

 

Tüm yıl boyunca Barcelona’nın çok gerisinde kalması gerçeği üzerinden Zidane’e vuran medya ve Real Madrid camiasına ancak böyle bir cevap verilebilirdi. Ama Zidane giderken bile içinde barındırdığı erdemi yansıtacak bir yaklaşım sunuyordu. Belki Jacquet gibi sitem etmiyordu ama bizim hem bu sporda, hem yaşamın her mecrasında unuttuğumuz bir gerçeği yüzümüze vuruyordu.

 

Başarılar geliyor ve geçiyor ama bir süre sonra bunun sarhoşluğu ile bireysel ve kollektif körlük başlıyor, gerçekleri göremez ve doğru yorumlayamaz hale geliyorsun. İşte o zaman o koltuğun sihri bitiyor ve vezirken rezil oluyorsun. Zamanında mevkiden ve güçten vaz geçebilmek sıradan bir faninin taşıdığı hırslarla pek mümkün gözükmese de yapanları görünce insan pek ala da yapılabiliyormuş diyebiliyor.

 

Zidane belki yıllar boyu meyveleri yenilecek ve sürdürülebilecek bir sistem bırakmadı ama bir manevi ders bırakarak gitti. Kendi doğrularının derinine inmeden sonuca endeksli eleştirileri unutmadığını gösterdi. Zaten basın toplantısında Real Madrid Başkanı’nın tavrı da Zidane’nın bırakarak ne kadar doğru bir karar verdiğinin göstergesiydi.

 

Jacquet bir daha takım çalıştırmadı, öğrencisi Zidane tekrar takım çalıştırır mı, yaşı itibarı ile evet çalıştırır ama Madrid’de yaptığı final ve erdemlerinin gücünün farkına varması onun kariyerini ve yol haritasını ömür boyu aydınlatan hususlar olarak tarihe geçecektir.

 

Yolunun açık olması, ülkemizdeki ve dünyadaki koltuk sevdalılarına örnek olması dileğiyle…

 

Herkese sıhhat, akıl, spor ve huzur dolu bir hafta diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayın

mail: osman.cetin@abcspor.com

twitter: @msdoc78

 

Son Haberler

OLMUYOR

Bütün maçlarımız bıçak sırtı. Kalmadı kredimiz. Sürekli ölüm kalım için sahaya çıkıyoruz. Böyle olunca da öne geçmek şart stresi azaltmak için. Yapamadık...

Benzer Konular