Geçen sabah evde, hanım, buzdolabından “yerli domates” vermemi istediğinde, ben zaten yabancı domatese karşıyım, milli takımın durumu ortada, yabancı domatese sınır gelsin, diye cevaplayıp hiç bir tepki alamayınca, artık bu yabancı oyuncu mevzusunun bize kafayı yedirmek üzere olduğuna kanaat getirip, kendisini rafa kaldırma kararı aldım.
Önümüzdeki milli maç arasının bitiminde, gelecek hafta bu zamanlar, Türk milli takımının 2018 Dünya Kupası akıbeti belli olmuş olacak. İki maçta alınacak 6 puan bize büyük ihtimalle direkt katılım şansını getirecek ya da en azından play-off hakkı gelecek. Sonuç iyi olursa, “yerlici”ler ikinci bir emre kadar savaş baltalarını gömecek ve B planına geçeceklerdir. B planlarının ne olduğunu, eğer varsa, zaman gösterecektir. Umarım olmaz ama sükutu hayal olursa, o zaman western filmlerindeki gibi kapı pencereyi kapat, sokakları boşalt ve perdenin arkasından, çıkacak savaşı bekle ve izle…
Umarım günlük de olsa başarı gelir ve bu sığ tartışmalara katlanmak durumunda kalmayız…
Bütün bu tartışmaların gölgesinde geçen hafta içinde BBC’de yayınlanan bir röportaj çok ilgimi çekti. İngiliz efsanesi Garry Lineker, Pep Guardiola ile çok samimi bir söyleşi yaptı.
Bu röportajın, kanaatimce bizi en çok ilgilendiren yeri üç farklı ülkede hocalık yapan Guardiola’nın, futbol ekollerini kıyaslarken verdiği mesajlardı. Genel olarak özetlemek gerekirse, İspanya’da takımların topun değerini bildiğini, Almanya’da fizik güce ve kontrataklara dayanıldığını, İngiltere’de ise uzun top, ikinci topa şok pres ve box-to-box oynamanın asıl mentalite olduğunu ve işte bu yüzden Premier Lig’in çok ilgi çektiğini, reyting aldığını da ekledi.
Lineker, İngilizlerin uluslarası arenada özellikle İspanyollara karşı başarısız olmasını buna bağlamak istedi ama Pep buna kesinlikle karşı çıktı. Yılda iki üç tane maç oynayacağın rakip için mentaliteni ve ruhunu değiştirmeye çalışmanın, DNA’na kodlanmış oyun şeklini bozmanın kendisinin asla yapmayacağı bir husus olduğunu vurgulayan bir tonda cevapladı ve önemli olanın genlerine işlemiş ve yıllardan beri gelen oyun stilinin evrimini sağlayarak günümüz şartlarına adapte etmek olduğunu da ekledi.
Röportajın bu kısmını almamın nedeni özellikle ülkemizde, skor almak, işini korumak ve günü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen hocaların ve yönetimlerin futbolun ruhuna verdikleri zarardır. Hoca-yönetici, hoca-oyuncu ve hoca-taraftar ilişkilerini gözlemlediğinizde özellikle yerli hocaların birbirlerinin altını oymaktan, menajerlerin oyuncağı olmaktan, ülkemize gelen yabancılarla kavga etmekten ve kovulmamak için tribünden bağrılan ya da eline verilen listeden oyuncu oynatmaktan öteye gidemediklerini gözlemliyoruz.
Bu ilkesiz yaklaşımlar bize oyun anlayışı ve herhangi bir stratejik dayanağı olmayan ruhsuz oyun olarak geri dönüyor ve kaostan kafamızı kaldıramıyoruz.
Yıllar önce bir yabancı hocadan dinlemiştim. Adam diyordu ki, Türk takımları ile oynamak Avrupa’nın en zor işi çünkü oynadıkları oyunu taktiksel bağlamda bir şablona oturtup çözümleme yapamıyoruz ve kısaca kaos futbolu olarak tasnif ediyoruz. Onlara göre bir Türk takımının ne oynayacağını bilmek, bırakın maç öncesini, maç oynanırken bile belli olmayan flu bir durumdu ve hala öyle maalesef. Özellikle Türk hocaların hamaset ile verdiği taktikler Avrupalılar’ın kafasını iyice karıştırmış olmalı ki, adamlar rakip analizi için adam gönderirlerken bile iki kez düşünür hale geldiler.
Tabiki istisnalar var ama hocaların ayna karşısına geçip eksik yönlerinin üstüne eğilmesi, takımları yönetenlerin ise hocanın oyun ve şahsi karakterine uygun kadrolar kurması gerekir.
Hocaların taktiksel dinamiklere, yönetim bilimindeki gelişmelere ve lisan öğrenmeye her zaman açık olması ihtiyacı esastır zira bu kadar kariyerli yabancının olduğu bir ortamda yerli hocaların formasyonlarının da en az yönettikleri oyuncular gibi olması gerekir, aksi taktirde yabancıya sözünü dinletmesi pek mümkün olmayacaktır. İlkokul mezunu adama üniversitede doktora dersi anlatmak gibi gözükecektir.
Yönetim plansızlığa en güzel örnek Antalyaspor’un içinde bulunduğu durumdur. Gittiği tüm takımlarda edilgen ve mücadeleci oyunu tercih etmiş ve bunda başarılı olmuş Çalımbay’ın elinde Eto’o varken bir de üstüne Menez, Nasri, Vainquer, Djorou gibi yıldızları alırsan kaosun fitilini ateşler ve patlamasını beklersin. Bütün Haziran ayını Çalımbay gidecek Ranieri gelecek dedikoduları ile geçirip, ki o da yanlış zira Ranieri de edilgen oynatan bir adam, sonra o hocanın bu yıldızları objektif bir gözle idare etmesini beklemek de ayrı bir şark zihniyetidir. Kulüplerin oturup bir karar alması ve kendilerine bir yol çizmesi, buna göre de istihdam politikası gütmesi gerekir.
Yukarıda saydığım hususlar gelişir ve yapılanırsa ancak bir ekol oluşturmaya başlayabiliriz. Ülkenin ortak aklı çalıştırıp bir spor ekolü oluşturması mutlaka gereklidir zira düzensizlik düzendir mantığı ile yola çıkılarak yapılan hamleler hep kaos ile sonuçlanmakta ve skorların günü gününü tutmamaktadır.
Eğer biz yerel ekolümüzü oluşturabilir ve bunu altyapıya kadar sirayet ettirebilirsek önümüzdeki nesillere bırakabileceğimiz en önemli miras olacaktır. Gelecek nesillerin DNA’sına bir spor ekolü işlemek ancak şimdi başlanırsa olabilecek bir durumdur aynı Yugoslavya’nın, SSCB’nin, Almanya’nın ve ABD’nin yaptığı gibi…
Torunlarımıza bırakacağımız en önemli sportif miras da bu olacaktır…
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir hafta diliyorum.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78