Baştan uyarayım, bu bir duygusal yazıdır. Dünya üzerinde yaşayan pek çok insan gibi ben de akıl ve mantığı bir kenara bırakıp görmek istediklerimi gördüm, kendi sahamızda mutlaka kazanmamız gereken bir maçı muazzam bir geri dönüşle bitirdiğimiz için sevindim ve arada bir (ama sadece arada bir çünkü aşırı tüketimi çok zararlı) kendini duygulara ve yanılsamalara bırakmanın güzelliğini yaşadım. Eskiden olduğu gibi lider (Şenol hocamız) aklı ve mantığı temsil ederken benim de parçası olduğum kitle pembe gözlükleri takıp anlık sevinçlerin peşinde gidiyor ama kredi bitti, Kiev’de turdan önce son çıkış geldi çattı.
Neler görmedik ki biz bu gök kubbenin altında… 3-0’dan 3-3’lük Valerenga, 2-0’dan 2-2’lik Malmö ve Auxerre faciaları. Tabii ki muhteşem zaferler de yaşadık ama hep rakiplerin dönüşlerine şahit olmuştuk. Oysa hayatımda unutamadığım maçlardan bir tanesi de 2005 yılında İstanbul’da izleme şansına eriştiğim Liverpool – Milan Şampiyonlar Ligi finaliydi. O gece de statta inanılmaz ve futbol tarihine geçen bir geri dönüşe şahitlik etmiştim. Ne var ki o gece beni en çok etkileyen Liverpool’un olağanüstü zaferinden de ziyade takım devre arasına 3-0 yenik girerken İngiliz seyircilerin tezahüratlarıyla ortalığı inletmeleri ve tüylerimi diken diken eden ‘You’ll Never Walk Alone’ şarkısını hep bir ağızdan söylemeleriydi. Işte ben bu akşam 11 yıl ve 6 ay sonra bir déja’ vu yaşadım.
Maçın başında ilk bir dakika boyunca sessiz kalarak işaret diliyle hem ırkçılığa hem de engellilerin sorunlarına dikkat çeken 40.000 taraftar bütün dünyaya nefis bir mesaj veriyordu. Düşünen ve uygulatanlara helal olsun! Baştaki bu sessizliğe rağmen maç çok hızlı başladı ve Aboubakar’la da golü bulduk ama ne hikmetse hakem ‘ofsayt’ diye vermedi. İlk yarı sonunda kötü bir futbolla 3-0 yenik durumdayken bu pozisyonu tartışmak anlamlı olmayabilir ama maça 1-0 önde başlasaydık gece çok farklı ilerleyebilirdi. Neyse, bu varsayımı bir tarafa koyarsak ilk yarı oynadığımız futbolun hiçbir şekilde izahı yoktu. Adeta bir acemiler mangası, sanki ilk kez birbiriyle oynuyormuş gibi bir defans bloğu, orta sahada yaratıcılıktan yoksun topu ileri taşıyamayan bir atalet ve bir nebze Quaresma dışında ne yaptığını bilmeyen bir takım vardı sahada. Goller yağmur gibi gelirken Beşiktaş üst üste yediği yumruklarla sendeleyen nakavt olmak üzere bir boksör gibiydi. Ilk devreyi bitiren düdük de raundu bitiren gong gibi gelmişti. Işte o anda bana göre maçı çeviren gelişme oldu ve seyirci takımı tribüne çağırdı. O moral bozukluğuyla bazı futbolcular bir an önce soyunma odasına gitmek istese de takımın büyük bölümü seyirciyi selamladı ve böylece ikinci yarı bambaşka bir gece yaşadık.
Aslında ikinci yarının başında Mitroglou’nun kaçırdığı bir dördüncü gol vardı ki orada tabutumuza son çivi çakılabilirdi ama üçüncü yediğimiz golde yardıma gelip de bizim geri gönderdiğimiz ilahlar ısrarla maçı çevirmek istiyordu. Maçın yıldızı, tanrılar tanrısı Zeus’un oğlu savaş tanrısı Ares veya nam-ı diğer Cenk de adının hakkını vererek harika bir vuruşla 58’de tribünleri ateşleyen golü attı. Tıpkı GS maçında olduğu gibi bu sefer de kendime 60. Dakika kriteri koymuştum ve o ana kadar gol gelmezse yine totem yapıp çıkmaya karar vermiştim. Bu sefer ilahlar beni de sevdi ve iki dakikayla kurtuldum. Sonrasında Benfica’nın haklı olarak skoru koruma kaygısı ve zaman çalıp oyunu soğutma girişimleri çok yıpratmamıza rağmen golü bir türlü getirmiyordu. Ta ki 83. Dakikaya kadar. O anda bence tribünlerin de büyük desteğiyle lehimize çalınan, ofsaytın diyeti de olabilecek bir penaltı ve arkasından altı dakika sonra kendimden geçtiğim üçüncü gol. Kabustan uyanıp tatlı bir rüyaya dalmak gibiydi adeta. Kızgın kumlardan serin sulara, yerin dibinden göklere, ölümün kıyısından yaşama… Ne derseniz artık. Ondan sonraki dakikalar ‘4. Golü atmak veya yememek, işte bütün mesele bu’ dedirten Shakespeare’in en baba trajedilerine, Macbeth’e bile rahmet okutacak nitelikteydi ama dedim ya ilahlar ve taraftar istemişti bir kere.
Sigorta şirketlerinin yerinde olsam Beşiktaş taraftarının primlerini yüksek tutarım. Kalp ve damar hastalıkları, kanser, mide rahatsızlıkları, stres bozuklukları gibi hastalıkların Beşiktaş tarafında görülme riski sanırım çok yüksektir. Benim de nabzımın ve kalp atışımın normale dönmesi herhalde bir saat sürmüştür ama ömrümden giden süreye göre devede kulak. Sergen, zamanında ‘koşsam Real Madrid’de oynardım’ demişti. Beşiktaş da 90 dakika oynayabilse zaten Real Madrid olacak. İşte o zaman bu takım rakiplerin korkulu rüyası ve bu ülkede yaşamayı bize sevdiren nadir güzelliklerden birisi olacak.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail:gorkem.isik@abcspor.com
twitter: @saturnocontro3