Sinirliyim…
Ve en önemlisi, her Türk basketbolsever gibi, ben de, hayal kırıklığına uğradım.
Ama bu hezeyanın sebebi katiyen oyuncularımız değil.
Bu tabloda bir tek ve sadece, idareler suçlu.
Hazırsak, başlayalım:
Geçen ayki U19 Dünya Şampiyonası’nın ardından, U20 Avrupa Şampiyonası’nı da bronz madalya ile kapatma başarısına eriştik.
Geçen seneki U18 ve U20 altın madalyalarını, hemen hemen aynı kadrolar eşliğinde, bronz madalyalarla süsleyip desteklemiş olduk.
Basketbol bu; hayattan hiçbir farkı yok. Dün kazanmış olmanız, bugün kaybetmeyeceğiniz anlamına gelmiyor.
Peki, bronz madalya, ya da turnuvanın ilk üç takımından biri olma becerisi, niçin canımızı yakıyor?
Çünkü bu yılki turnuvalarda ilk iki sırayı elde eden takımlarla bizim, yani turnuva üçüncüsü ekibin arasında nereden baksanız 30-35 sayılık tuğla gibi bir fark yer alıyor.
Hem U19’daki hem de U20’deki yarı finallerde rakiplerimizden bu denli büyük farklar yiyerek, hezimete uğrayarak bronz madalya almak bizi hakikaten gururlandırıyor mu acaba? Çok değil, bir sene önce turnuvaların aynı safhalarında şampiyonluk yolunda teker teker yendiğimiz bu takımlardan (U19’da Hırvatistan ve U20’de Sırbistan, hatta U20’de bizi ezip geçen bir diğer ekibi, İspanya’yı da dahil edelim) böylesi farklar yemek, alarm sinyalinin ağa babası değilse, nedir?
Dünya’da veya Avrupa’da ilk üçe girmiş olmuyoruz, Dünya’nın ve Avrupa’nın açık ara farkla 3. en büyük takımı olmuş oluyoruz; lakin işte bu açık ara fark, 4. ile değil, 2. ve 1. ile aramızdaki farkı ifade ediyor ne yazık ki…
İki turnuvayı birlikte ele alalım yine. Ve evvela rakiplere göz gezdirelim ki, neyi yanlış yaptığımız ayan beyan ortaya çıksın. Türkiye’deki koçlar ve idareciler, federasyon yetkililerine seslenelim: Sırbistan’da Guduric’e bakın, Rebic’e, Jaramaz’a, Zagorac’a; Hırvatistan’da Arapovic’e, Filipovic’e, Slavica’ya, Bozic’e, Zubac’a; İspanya’da Diop’a, Juan Hernangomez’e, Lecomte’ye, ve geri kalanlara… Bu gençlerin ortak noktalarını bulun. Cevap çok göz önünde: Her biri son bir senesini oturarak değil, kişisel bir tarz edinerek, oynayıp tecrübe edinerek ve fizik-kondisyonlarına çağ atlatarak geçirmiş. Benchte umutları ve cevherleri köreltilmemiş, kendilerini geliştirmeye sevk ve teşvik edilmiş, ödüllerini de dakika cinsinden bularak almışlar ve kendini geliştirmenin önemini daha bu yaşta kavramışlar. Hakan Demirel veya Barış Ermiş gibi olmamışlar böylelikle.
Nerelerde yapmışlar bunları? O küçücük, sizin 10’da 1’iniz kadar bile bütçeyi zor toparlayan kulüplerde. O takımların bu oyuncuları nereye evrilttiğini bir görün. Ve o oyuncuların bizim “şampiyonlara” yaptıklarına.
Sonra da o bizim “şampiyonlara” yaptığınız işkenceleri hatırlayın, tanıyın, bilin ve görün. Şafak Ernak’ın, Ergin Ataman’ın daha üzerinde duman tüten talihsiz açıklamalarındaki satır aralarını yakalayın. Stresli dönemler varken genç oyuncuları, istikbalimizi, yıldız adaylarımızı ve çiçeği burnundaki “şampiyonlarımızı” kimseciklerin umursamadığını bir kez daha görün, acı gerçeği acı ilaçla karıştırıp tadın…
İtalya Ligi’nin eski cazibesi kalmasa bile çekişme çok büyük, çünkü irili ufaklı tüm takımların seviyeleri birbirine çok yaklaştı. Bu senenin lig finalisti, şampiyonluğu 4-3 ile kaybeden Reggio Emilia’nın başarısını görmezden gelmeyin. Sadece tek bir ABD’li oyuncuyu istihdam edip, ana hücum gücünü İtalyan ve Avrupa’lı gençlerden ürettiklerini hatırlayın. Della Velle ve daha nice gencin bu yaz milli takımlarda döktürdüğünü görürseniz, Emilia’nın misyonunu hatırlayıp tebrik edin bizler gibi.
Belki karmaşık gelecek o örnekler; takımlara ve federasyona anlayacakları dilden söyleyelim: 6 yabancı kuralı, bir “hak”tır, “zorunluluk” değildir. İsminde “kural” görünce kısıtlandığınızı veya mecbur tutulduğunuzu sanmayın, size tanınan şeyin bir imkan olduğunu fark edin. Bu kurala tamı tamına uymak zarureti yoktur, 6 adet yabancıyı tamamlayamayan takımı aforoz etmeyeceklerdir, unutmayın.
A tabi, çok mantıklı ve makul bir yaklaşımla bizlere “6 yabancı hakkını sonuna dek kullanmazsak, icabında ligden düşme tehlikesi bile doğar“, diyorsanız eğer, topladığı 6’şar yabancıyla Eskişehir veya Tofaş ligde kalabildi mi, ve ligin dibindeki son 5 takım sizce ne denli kalifiye yabancılar toplayabildi, bunu sorarım sizlere.
Bizim gençlerimiz yerine Avrupa’nın bu ikinci sınıf yabancıları mı o paraları ve dakikaları hak ediyordu, diye bir minik eklenti yaparım soruma.
Bu sorumu, ikinci ve üçüncü ligin de artık kalitesiz yabancılar için bir cennet haline geldiğini ve genç yerlilerin burada bile dakika ve (bilhassa hücumda ve bitirici noktalarda) sorumluluk bulamaz hale geldiğini söyleyerek genişletirim.
Ayrıca, şampiyon Kaf-Kaf, Erkan Veyseloğlu, Barış Hersek, Yunus Sonsırma, Soner Şentürk, (kimi zaman da) Egemen Güven ve İnanç Koç ile sağlam bir “taşıyıcı” yerli iskelet oturtabilmiş olmasaydı, ilk beş oyuncularının zorlu Fenerbahçe Ülker ve Efes serileri boyunca ayakta durmaya mecali kalır mıydı sizce?
Sizler, görev oyuncularınızı bile yabancılardan seçmeyi âdet haline getirdiğiniz için ben ligimizde “yabancı sayısının serbest bırakılmasını” savunmuyorum. Çünkü böylesi bir serbesti, bizimki gibi bir yabancı âşıklığı zihniyetini benimseyen ülkelerde, yerlilerin tümden bitmesi ve yabancıların ligde rahatça fing atması anlamına gelecektir.
Genç oyuncuların sağlıklı gelişimi adına atılması şart olan ve birbirine alternatif iki radikal çözümden birisi böylece saf dışı kalıyor benim kafamda.
Diğer radikal çözüme, yani yabancı kuralının 1+1 veya en kökten haliyle “sıfır” olmasına da siz imkan vermezsiniz, malum, işin ucunda yayın gelirleri, marka değeri ve rant var. Belirli ölçüde de size hak veriyorum tabi ki, neticede basketbolda para çok kilit bir unsur. Ama CSKA Moskova dünya kadar para saçarak son 5 yılda kaç Euroleague şampiyonluğu kazandı, onu da cevaplamanızı rica ederim. Aynısı, yeni bir Euroleague şampiyonluğu için 20 yıl beklemek zorunda kalan Real Madrid açısından da geçerli.
Sıradaki sözüm Ergin Ataman‘a: Bu seneki A milli takım aday kadrosunda hepimizin gönlünden geçen cesur devrimi gerçekleştirdiniz, takdirlerin en büyüğüne layıksınız. Emircan’a bu turnuva bâbında övgüler düzdünüz. Fakat, madem dediğiniz gibi alt jenerasyondan gelen çok yetenekli gençler var, geçen seneki kriz anlarının pek çoğunda neden hiç kendi takımınızdaki gençlere şans vermediniz de, as kadrodan kalan 7 kişi (Micov, Carter, Young, Kerem, Ender, Sinan, Erceg) canları çıkasıya kadar oynatıldı? Artok onların oynayacak dermanı kalmayınca gelmedi mi aklınıza Göktürk, Şuacan, Ege ve Nikolov’a az da olsa süre vermek? Hem, Emircan’ı beğendiyseniz, Emircan’ı geçen sene herhangi bir aşamada kiralamak çok mu zordu Efes’ten? Veya bu seneyi de çifte lisansla Pertevniyal’de oynayıp mı geçirecek yine? Bir deneyin, belki Ivkovic O’nun kiralanmasına müsaade eder bu yıl…
Sözün özü: sayısızıncı kez gördük ve anladık ki, bu çocukların, bu gençlerin sadece “oynaması” değil, artık bu yaştayken, “en iyilere karşı” oynaması lazım. Sorumluluk almaları, ciddiye alınmaları lazım. Her birinin görev tanımlarının yapılması ve oyun karakterlerinin, geleceklerinin şekillenmesi lazım. Akıl hocaları eşliğinde, eksik yönlerini geliştirmeleri lazım.
“Gençler kendini geliştirmiyor efendim!” diyenlere gelsin sözüm: Sizler 16-20 yaşınızdayken, kendinizi geliştirmeyi akıl edebiliyor muydunuz sanki? Birisi kolunuzdan tutup sizi yönlendirmese, teşvik etmese, akıl hocalığı yapmasa, o yaştaki basiretiniz, ferasetiniz acaba kendinizi geliştirmeyi düşünmeye yeter miydi? Kalkıp da her şeyi o saygı duymadığınız 18 yaşındaki çocuklardan beklerseniz, sizin hocalığınız nerede kalır? Emin olunuz ki bu sözlerim İlkan Karaman gibiler için değil, İzzet Türkyılmaz, Gökper Gen ve başta Tayfun Erülkü olmak üzere, bu jenerasyondan kaybolup gidecek isimler içindir. Bugüne dek çok kaybettik, daha da fazlasını yitirmeyelim.
Bu bölümün son sözü Federasyon’a gelsin: Harun Erdenay acaba kendisinin niye ve nasıl bu kadar başarılı bir oyuncuya evrildiğini birebir hatırlıyor mudur, bu yabancı kuralı kararını sürdürürken? İkinci birer Harun Erdenay, İbrahim Kutluay, Orhun Ene, Mirsad Türkcan, Mehmet Okur veya Hidayet Türkoğlu çıkaramamamızın sebebi, Paşabahçe, Ülker ve İTÜ’deki genç Harun’un, Eczacıbaşı’daki genç Orhun’un, Efes’teki genç Hidayet Ve Mirsad’ın, Oyak, Tofaş ve Efes’teki genç Mehmet’in ve Fenerbahçe’deki genç İbrahim’in bulduğu süreleri, şansları, son 10 yıl boyunca hiçbir genç nesil yerlinin bulamaması (veya o rollerde oynatılmaması) olabilir mi? Saydığımız bu efsane isimler gençken, oynadıkları takımlarda kaç yabancı vardı?
Efes Koraç Kupası’nı kaç yabancıyla kaldırdı (cevap: iki)? Fener’in Abdul Rauf, Tabak ve Milic gibi tamama yakını yıldız yabancılardan kurulu kadrosunun neticesi niye başarı değil de, hoş hatıralar oldu? Tofaş 3 yabancıyla oynayıp Koraç Finali’ne yükseldiğinde, ve sonrasında 4 efsane yabancıyla 2 sene üst üste lig şampiyonu olduğunda, Mehmet Okur, Cüneyt Erden, Şemsettin Baş, Serkan Erdoğan, Asım Pars, Murat Konuk, Alper Yılmaz gibi genç yerlileri parlatmadı mı? Bu yerli isimler, sonraki 10 yıl boyunca nice takımımızı ayakta tutmadı mı? Tofaş’taki başarıların, iki senede kazanılan 5 kupanın yarısında bu yerli isimlerin payı yok muydu? O ekiplerin başında Atilla Çakmak ve (Repesa’nın ikinci sene aniden ayrılmasından sonra adeta bir enkaz toplayıp takımı şampiyon yapan dönemin çiçeği burnunda koçu ve eski Tofaş oyuncusu) Tolga Öngören yok muydu? Efes’in Koraç Kupası zaferinin mimarı Aydın Örs değil miydi? O da işi, ustası rahmetli üstad Aydan Siyavuş Hoca’dan öğrenmedi mi? Nerede o koçlar arasındaki usta – çırak ilişkisi? Ve en önemlisi, bu takımların yerlileri, yine bu takımların “altyapı” sistemlerinin bir zaferi değil miydi? Mehmet Ve Hidayet’i NBA’e, Mirsad’ı Euroleague MVP’liğine, İbrahim’i da PAO ile Euroleague şampiyonluğuna kadar taşıyan unsur, onları geliştirip parlatan bu altyapı sistemi değilse, neydi?
Bunları, harfi harfine arz ederim…
Gelelim kadrodaki isimlere. Okben Ulubay halen çok net bir biçimde kimlik bunalımı yaşıyor. Ne tip bir oyuncu olacağını ve hangi özelliklerini ön plana çıkartması (veya güçlendirmesi) gerektiğini, oyununu neyin/nelerin üzerine kurması gerektiğini henüz bilemiyor, hiç karar verememiş belli ki. Her şeyden biraz olmak demek, en az bir şeyde uzmanlaşanlara karşı hiçbir şey olamamak demektir. Ama her şey olmak, her şeyi layıkıyla yapabilmek seni kral ilan ettirir. Doğru bir coaching lazım Okben’e. Savunması ve hırsı iyi, ve umarım Ivkovic o’nun hücumunu da abad eder. Yoksa (liderlik de yapamıyorken) tarihten silinip gitmesi en kolay oyuncu Okben’dir bu kadroda. Bana Gökper Gen’i ve Valentin Pastal’ı anımsatıyor nedense (ve elbette ki bu kötüye alamet).
Doğuş, U19’un en kötüsüydü. On gün geçmeden, bir üst yaş grubunda açıldı ve kilit oyunculardan birisi oldu. İstatistik kağıdına yansımayan türlü katkıları var; en önemlisi de şu: onun sayesinde, sayı atamadığımız dakikaları sayı yemeden de atlatabiliyoruz. Savunmada büyük bir enerji ve hırs kaynağı, aynı zamanda refleksleri de çok yerinde. Hücumu çok çok yetersiz olsa bile, yetenek skalasına oranla en iyi verim veren oyuncu Doğuş şu anda bu ekipte. En enteresan kusuru ise, bu hırsını hınç haline getirdiği için mütemadiyen kavga çıkmasına sebep verebilme potasniyeli.
Emircan ve sezonu ilk beş oynayarak geçirmenin meyvesini bağıra çağıra toplayan Kartal, gayet zindeler. Diyecek söz yok. Özellikle Kartal’ın geçen seneye kadarki şut istikrarsızlığının ve fiziksel zaaflarının, düzenli oynama ve sorumluluk alabilme sayesinde nasıl yok olduğunu görebiliyoruz. Kartal’a oynamak yaradı. Tıpkı, her gencimize yarayacağı gibi. Eli titremeden kritik anlarda inisiyatif alıp üçlük yağdırabilen yegane istikrarlı şutörümüzdü Kartal. Turnuva ilk beşine seçilen Emircan’ın savunmadaki blok gücü ve hücumdaki jump-shot becerisi dillere destan zaten. En olgun oyuncumuzdu. Biraz kas ve ebat ekleyebilirse cüssesine, maç içerisindeki iniş-çıkışları da asgariye düşecektir.
Tolga’ya rakipler geçtiğimiz yılki şampiyonadan ve bir ay öncesindeki U19 turnuvasından bu yana iyice bilenmiş durumdalar. Fiziğini ne yazık ki şu bir sene içerisinde çok ilerletemedi, dakika bulmakta da sıkıntı yaşadı malum. O’nun ilacı, istikrarlı bir skor tehdidi olmaktan geçiyor ilk adımda – zira Isiah Thomas’ın da dediği gibi, iyi pasör olmak istiyorsanız, önce iyi bir bireysel skor tehdidi arz etmelisiniz. Şu safhada iyi bir orta mesafe şutörü olmak (veya iyi bir penetreciye evrilmek) o’nu da takımı da kurtarır. Tolga, kendi yaş grubunun tartışmasız en “çok yönlü”, en zeki ve (Kenan Sipahi ile birlikte) saha görüşü en gelişmiş oyuncusu. Altın değerinde bir potansiyel. İnce ince işlemek lazım ki, Bodiroga seviyesine kadar çıkabilsin.
Berk Uğurlu, sonlara doğru en iyilerden birisiydi, daha iyi olacak. Özellikle şut dinamiğini ve dış atışlarını geliştirebilmesi, oyununun en eksik yanına yatırım yaptığını gösterdi. Kenan – Kartal – Berk üçlüsü bizim önümüzdeki 10 yılda oyun kurucu sorunu yaşamamamızı sağlayacak. Ama Kartal bu seneyi benchte değil sahada geçirdiği için, Kenan’ın bile önüne geçti.
Muhsin’i ben epey beğenmeye başladım, tedirginliğini üzerinden atarsa pota altında önemli bir bitirici olacak. Geçen senenin sonlarına doğru oynama şansı buldukça, İzzet Türkyılmaz’ı andıran müstesna oyun kimliğiyle farkını göstermeye başlamıştı zaten.
Ege Arar, bireysel hücumu henüz gelişmeyen bir “takım oyuncusu”, “fayda timsali” ve “rol oyuncusu”. Tıpkı, ilk zamanlarındaki Kerem Gönlüm gibi. Umarız, birebir skor tehdidi haline gelmek için Kerem gibi 30 yaşına basmayı beklemez.
Doğukan Şanlı, oynayamasa bile doğal bir şutör. İleride Serhat Çetin’in seviyesine varacaktır, ama bu yetmez, yetmemeli o’na. Okben’in birebir hücum hareketlerinden feyz alıp gerektiğinde One-man Isolation oynayabilecek hale gelirse, yeni bir Serkan Erdoğan elde edebiliriz.
Mert Celep ve Berk Demir, daha çook pişecekler.
Metecan’a gelince… Bu takım itibariyle, skora en kolay gidebilen oyuncu o aslında, çünkü kendi oyunu, oyun kimliği ve yelpazeyi geniş tutan bir skor tehdidi var. Takıma veya kelepir asistlere muhtaç değil. Ver topu Metecan’a, jump-shot’ı, fade away’i zorlasın, faul aldırsın, vesaire, evet; fakat takım oyuncusu değil, bir türlü de olamadı henüz. 40 dakika aynı konsantrasyonla ve etkinlikle oynayamıyor. Ribauntlardan kaçmasa, modern 4 numaranın en tatlı temsilcilerinden birisi olacak ama… O halen sokak basketbolu oynama kafasında. Bir bilse ki o jenerasyondaki hiçbir akranında, o’nda olan skorerlik meziyetlerinin bulunmadığını… Savunmanın ve ribaundun o’nun başarısı için ne kadar kritik olduğunu… Fiziksel olarak gelişirken, aynı zamanda zihinsel yönden de gelişmesini gerektiğini… Neyse.
Dış veya orta mesafe şutunda takım halinde istikrarı pek yakalayamadığımız ve boş atışları bile ekseriyetle ıska geçtiğimiz için, halen daha bir hücum takımı değliiz. İyi hücum ettiğimiz dakikalarda bile, tam bir savunma takımıyız. Savunma aksayana kadar da, bunun hiçbir sakıncası yok. Ama atma işini de rakibe bırakmak istemiyorsak, rakipleri örnek almamız şart. Tam saha baskıyı ve hızlı hücumu iyi yapıyoruz. Ama maç sonlarını oynamak ve geri dönüşler yapıp farkı kapatmak halen bir sorun. Almanya karşısında 2.yarı efsaneydik mesela, ama Ukrayna maçında hem hücumda hem de müdafaada o kadar basit ve inanılması güç hatalar yaptık ki, Ukrayna gibi zayıf bir rakibe karşı bile anca 4. periyotta açılabildik. Atletizmin önemini de Büyük Britanya maçıyla kavradık elbette. Takım olabilmeyi, hücumda birden fazla bilekten dış şut katkısı alabilmeyi ve savunmada boş adamı hemen kapatacak ve boş şuta meydan vermeyecek dinamizmi de, Sırplar’dan, Slovenler’den ve İspanyollar’dan öğrendik.
Kazasız belasız değil, nice kaza ve belanın vaki olmasına rağmen yine de azmedip 3. sırayı, bronz madalyayı kapabilerek kapattık bu turnuvayı. Madalyaların altın’dan bronz’a inmesi, aradaki uçurum olmasa, telaş sebebi de yaratmayacak. Ama bir basketbolcunun (hem fiziksel, hem zihinsel, hem tecrübesel hem de karakter ve kimlik yönünden) en kritik gelişiminin 18-21 yaş arası olduğunu da her maç her pozisyonda tekrar seyrediyoruz, bu gidişle de seyretmeyi sürdüreceğiz.
Gençlerimize tebrikler. Gençler, rol modellerinizi, kime benzemek istediğinizi ve hedeflerinizi artık tamamen somutlaştırın, iradenizi ve kararlılığınızı, tıpkı azminiz gibi kurşun geçirmez hale getirin, çalışmayı hiç bırakmayın ve bir an evvel bu ülkeyi terk edip, Adriyatik Ligi gibi ufak ama çekişmeli liglerde oynamaya, süre bulmaya bakın. Burası, sizin kıymetinizi pek anlayacak gibi durmuyor. Ülkeyi geçtim, sizlere yazık olmasın. Venezia’da, Nanterre’de, Gran Canaria’da oynayan yaşıtlarınızın daha şimdiden nerelere gelip neleri ispatladığını sakın unutmayın…
Yazarın diğer yazılarına erişmek için tıklayın
mail: efe.ozenc@abcspor.com
twitter: @efe_ozenc