https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

ZULÜMPİYAT

Okunması Gerekenler

ZULÜMPİYAT

2024 Paris Turizm Olimpiyatlarını iyi ve kötü anılarla tamamladık.  Muhtelif tartışmalara konu olan açılış ve kapanış törenlerinin en az müsabakalar kadar dikkat çektiği olimpiyatlar Paris şehrinin verdiği karar doğrultusunda şehrin bir nevi tanıtım etkinliğine dönüştü.

Olimpiyatı sportif açıdan değerlendirmek gerekirse Paris Oyunları Duplantis, Biles ve Hassan haricinde eski büyük süperstarların şovunu pek de göremediğimiz bir etkinlik oldu. Yüzmede Phelps’in koçu Bob Bowman’ın yeni wonderkid’i Fransız Marchand’ın 4 altın 1 bronz alması onu yüzmenin yeni süperstar adayı yaptı, bakalım bunu 2028 Los Angeles’ta devam ettirebilecek mi, onu bekleyip göreceğiz.

Özellikle Jamaika takımının çok sakatının olması kısa mesafe atletizm yarışlarındaki rekabeti bir nebze azaltsa da Etiyopya asıllı Hollandalı Siffan Hassan’ın 5000 m, 10000 m ve maratonu aynı etkinlikte koşması ve bunlardan 2 bronz, 1 altın çıkarmasını Paris’in en unutulmaz olayı olarak adlandırabilirim. Hassan, 2020 Tokyo’da da 1500 m, 5000 m ve 10000 m koşmuş ve 2 altın 1 bronz almıştı.

Paris Oyunları heyecanlı ama çok süperstar çıkaran bir oyun olmadığı için sportif kısmı kısa tutup işin ekonomik, pazarlama ve sosyal yönüne ve İstanbul’un 2036 adaylığına spot ışıklarını çevirmeyi daha uygun görüyorum.

2008’den beri yapılan en düşük maliyetli Olimpiyat olan Paris oyunları şehirdeki monumental yerleri spor alanına çevirerek bir taşla iki kuş vurmuş oldu.

“Olimpiyat Oyunları” organizasyonu geçmiş dönemlerde büyük bir prestij gösterisi olarak algılanmış olsa da günümüzde tartışılır bir hal almıştır. 1964 Tokyo’dan beri yapılan organizasyonlar incelendiğinde sadece 3 ev sahibi şehrin kar etmiş olması ve kalan diğer şehirlerin tamamının başa baş bile olamaması üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. 1984 Los Angeles, 1996 Atlanta ve 2000 Sydney haricinde modern zamanlarda kar etmiş bir organizasyon bulunmamaktadır.

1996 Atlanta organizasyonu, tarihte ilk kez, Amerikan bakış açısının bir sonucu olarak neredeyse tamamen sponsorlara taşere edilmiş ve minimum kamu harcaması ile tamamlanmıştır. Özetlemek gerekirse 21.yüzyılda Sydney’den sonra herhangi bir karlı organizasyon olmamıştır.

Paris’in bu ev sahipliğinin ortalama maliyetinin 9,7 milyar Euro olduğu tahmin ediliyor. Bunun yarıya yakını kamu finansmanı ile sağlanacak, kalanı da sponsorlar üzerinden temin edilecek. Öngörülen getiri ise en iyi senaryoda 11 milyar Euro en kötü senaryoda ise 6,5 milyar Euro civarında olacak ama o da 2034’e kadar yapılan projeksiyonlar dahilinde öngörülmektedir.

Olimpiyatları baştan sona izlemişseniz Paris Organizasyon Komitesi’nin neredeyse eline geçirdiği tüm tarihi eserleri 16 günlüğüne spor etkinlik alanına çevirmiş olmasına rağmen bu kadar masrafın nasıl yapılmış olduğu sorusunu kendimize sormadan duramıyoruz. (Paris’te kalıcı spor tesislerine harcanan para 4,5 milyar euro)

Paris şehri bu paraları belli ki spordan çok kendini tanıtmaya ve sürdürülebilir bir turizme harcadı. Zaten spor kültürü olan ülkelerin bu parayı sadece ülkede sporun yayılması için harcayabileceğine inanmak gerçek dışı olacaktır.

Sadece Seine Nehri’nin temizliği için bile 1,4 milyar Euro harcanmasına rağmen hala yüzücülerin damağında E.Coli bakterisi aromalı lezzetler bırakmanın spora yatırım ile açıklanabilecek bir durum olmadığı aşikardır.

Geçmişten günümüze gelen romantik bakış açısı ile baktığımızda Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmak o şehrin hatta o ülkenin sportif ufkunu belki bir daha kapanmayacak şekilde açıyor. Yapılan tesisler, uygulamaya konulan plan ve programlar çerçevesinde yetiştirilen oyuncular, turizmde yapılan sıçrama ve dünya sporunda söz sahibi olmak gibi çok güzel avantajlar sunmakla kalmıyor, ülkenin genel havasını bile değiştirebiliyor.

Bu gibi kıyaslamalar yapıldığında ilk verilen örnek genelde 1992 Barcelona Olimpiyatları sonrası İspanya’nın yaşadığı dönüşümdür. Olimpiyatların kendilerine verildiği 1985 senesinden beri yapılan tüm yatırımların meyvesini 1992 sonrasında aldılar ve hala da alıyorlar. Barcelona’ya yapılan tesislerde yetişen sporcular İspanya’yı bir spor ülkesi ve sporcu fabrikası haline getirdi. Resmi rakamlara göre o etkinlik 1 milyar Euro zarar etmiş olsa da devamındaki 32 senede gelen başarılar ile bu zararı hayli hayli kompanse ettiler. 1992 senesine kadar ortalama bir spor ülkesi olan İspanya 2000’li yılların ilk 10 yılı bittiğinde belki de dünyanın bir numarası idi.

O dönemde tüm dünya Gasol, Nadal, Xavi, Iniesta, Contador, Alonso, İspanya Erkek Futbol ve Basketbol Takımlarının tüm yaş gruplarını konuşuyordu. Madrid’de ya da Barcelona’da nereye gitseniz AS ya da Marca’nın manşeti bir İspanyol sporcunun zaferi ile doluydu.

Kuşkusuz bu süreç ülke turizmini de etkiledi ve İspanya’nın bugün turizm gelirinde dünya ikincisi konumuna yükselmesini körükleyen itici güç oldu. Ülkene herhangi bir sebeple, 2 haftalığına bile olsa 5 ile 10 milyon arası adam bir kere girmeye başladı mı devamı mutlaka geliyor. Hem o adam senin ülken ile ilgili tecrübesini gidip evde eşine dostuna anlatıyor hem senin tesislerinin renove oluyor hem de onu işleten ve orada çalışan iç gücün turist ağırlamayı daha iyi öğreniyor, karşı tarafın beklentisini anlayabiliyor. Çünkü Olimpiyatlar süresince o şehre neredeyse 7 iklim 4 bucaktan insan geliyor. Bunların hepsi farklı tüketici davranışı sergiliyor; farklı geleneklerden kaynaklı beklentileri oluyor, bu beklentiyi optimum şekilde yöneten tüm paydaşların vizyonu hiç kapanmayacak şekilde açılmış oluyor.

Olimpiyat ekonomisi incelendiğinde ortalama bir organizasyonun ev sahibi şehre maliyetinin 8 milyar USD olduğu biliniyor (Oxford Üniversitesi araştırması). Bu bilgiden yola çıkarak Türkiye’nin adaylığını tekrar mercek altına yatırmak gerekiyor. İstanbul’un 2036 için aday olduğu ve bunun çalışmalarını Paris’te tam kadro yaptıklarını görünce bu adaylık gerekli mi değil mi onu tartışmak gerekir.

Teknik olarak Avrupa kıtasının ev sahibi olma hakkını 2024 senesinde kullandığını, 2028 ile 2032’nin Amerika ve Avustralya tarafından alındığını düşünürsek 2036 büyük ihtimalle Asya kıtasına verilecek (Hindistan ya da Endonezya) ama biz öyle olmayacağını düşünerek fikir yürütebiliriz.

Yukarıda Paris’in spor kültürüne değil şehre ama Barcelona’nın şehirden ziyade spora yatırım yaptığını söyledik ama durum İstanbul olunca kaynakların hangisine harcanacağını kestirmek çok güç oluyor.

Ülkenin spor kültürü ve spora bakış açısını senelerdir yazıp çiziyorum bu sebepten tekrara düşmemek gerekiyor. Genel hatları ile özetlemek gerekirse biz sporcu bir ülke değiliz, spor yapmaktan ziyade onun yarattığı ekonominin bir parçası olmaya çalışan insan grubundan oluşuyoruz. Bahis, transfer, karaborsa, kaçak yayın, sosyal medya etkileşimi deyince en önde alemdar olan bir topluluğa giy şu ayakkabıları sahaya çık desen bin dereden su getirir.

Bu sebepten içinde bulunduğumuz kafa yapısı ile bizim olimpik bir spor kültürü oluşturmamız çok zordur çünkü reyting yapmayan sporların takip edilmemesi bizim kültürümüzün değiştirilemez bir parçasıdır. Dönemsel gelen başarıların akabinde de tüm ülke o sporun uzmanı kesilir ve toksik bakış açısı ile ahkam keserek o sporu da zehirlemeye başlar ve sonunu hazırlar (bkz. voleybol, okçuluk vesaire).

İşte bundan dolayı sen şehre tesis yaparım ya da Paris gibi şehrin tarihi alanlarını müsabaka alanlarına çeviririm diye planlasan bile elindeki insan kaynağının spor kültürü kalitesi senin olimpik ruhunun seviyesini belirler. Bu da sonuç olarak senin ev sahibi olup olmayacağın kararını IOC nazarında etkileyecektir.

Kanaatimce, İstanbul’un ev sahibi olabilmesi için öncelikle olimpik vatandaş üretebiliyor ya da aradaki zamanda üretebileceğimiz hususunda karar vericileri ikna edebiliyor olmamız gerekir. Olimpik vatandaş demek sadece çocuğunu 2036’da yarışsın diye spora başlatan ya da tribünleri dolduracak figürasyon birey değil aynı zamanda sporun ruhunu içselleştirmiş insan profilidir. Sporun sadece kazanmaktan ibaret olmadığını kanıksamış insandır.

Özellikle Olimpiyatlara gelen oyuncuların dünyadaki milyonlarca lisanslı sporcu arasından nasıl damıtılarak ve filtrelenerek oraya çıkmaya hak kazandığını anlamamız gerekir. Maalesef, ülkemizde olimpiyata giden sporcu altın madalya alamadığında “Vay efendim, sen nasıl olur da kazanamazsın, dört sene boyunca yattın mı?” adlı suçlamalarla uğraştığı için bizim ilk önce bundan kurtulmamız gerekir. Bir sporcunun iki olimpiyat arasındaki süreyi ailesini bile doğru düzgün göremeden geçirdiğini, güneş doğmadan evden çıkıp gece eve döndüğünü bilmeyenler, onlarla empati kuramayanların ağır bastığı bir ülkeye olimpiyat verilmez, hatta bence verilmemelidir de.

Ülkede halkın kendi ödediği vergilerin peşinden koştuğu tek mecra özellikle olimpiyat dönemidir. Bizim paralarımız nerelere harcanıyor kardeşim, hani başarı, diyen adamı kalan 47 ay boyunca üzerindeki çamaşırına kadar soyarlar umurunda olmaz ama iş buraya gelince olay “bizim paralarımız” olur. Bunların hepsi olimpik ruhumuzun olmaması ve empati eksikliğidir.

İlk kez 2013’te yazdığım gibi, bu insanlar için spor takip etmek gelişememiş toplum ve bireylerin geri kalmışlık ve aşağılık kompleksini spor ve sporcu performansı üzerinden giderme çabasıdır. Almanı, Amerikalıyı, Japonu ancak buralarda yenme ihtimalin olduğu için gözün kararır ve bütün tatminini gencecik adamların 5-10 dakikalık performansına bağlarsın, sonuç negatif olunca da açarsın ağzını yumarsın gözünü.

İşte bu çerçeveden bakıldığında olimpiyatı almak mı almamak mı sorunsalını daha iyi analiz etmek gerekir. Ortalama 8 milyar USD maliyetli bir etkinliğin belirli bir kısmını kamu kaynaklarından harcayacağımız kesin olduğuna göre bizim kendimize sormamız gereken soru şu olmalıdır:

“Paydaşların hepsi için faydalı mıdır?”

16 gün etkinlik yapıp üzerine milyarlar harcayıp iş bittiğinde tesislerin âtıl kalacaksa ve oyuncu yetişmeyecekse; senin şehrinin esnafı şehre gelen turistleri soyma teşebbüsünden vaz geçmeyecekse, insan profilin hala sadece başarıya odaklanıp ve alkışlayıp mücadeleye gereken prim ve empatiyi göstermeyecekse bu olimpiyatı almanın hiçbir anlamı yoktur.

İşte o durumda o olimpiyat olur sana zulümpiyat!

O kaynağı alıp başka eksik alanlara harcamak daha faydalı olacaktır. Belki o zaman ülkece gelişmiş ülkelere bir adım daha yaklaşırız ve kompleksimizde de 1 milimetre azalma olur.

Herkese sıhhat, akıl, spor ve huzur dolu günler dilerim.

mail: osman.cetin@abcspor.com

twitter: @msdoc78

Son Haberler

SLIDING DOORS, MARADONA, RONALDINHO VE KAKA

Sliding Doors filmini hatırlarsınız; A değil B yolunu seçseydiniz hayatınız ne olurdu diye. Hepimizin aklından geçmiştir benzer düşünceler. Bugünkü yazı...

Benzer Konular