https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

KAVUKLU ile PİŞEKAR

Okunması Gerekenler

Bayern Münich’in 2006 senesinde batmak üzere olan, o dönemki en büyük rakibi Borussia Dortmund’u, faizsiz ve kefilsiz olarak verdiği borç ile kurtarması senelerdir anlatılır ve futbolla ilgili birçoğumuzun malumu olduğu bir konudur. Bizim coğrafyada pek anlam verilememiş olsa da her iki tarafın teyit ettiği ve gerçekliği kanıtlanmış bir durumdur.

O dönem Uli Hoeness, Bayern yöneticisi olarak, Dortmund’un iflastan kurtulması için gereken parayı verirken rekabetin ancak güçlü rakiplerle mümkün olduğunu bildiği için geri alıp alamayacaklarını öncelikli olarak düşünmüyordu.

Her ne kadar Bayern, Almanya’nın en az hazzedilen takımı olarak (dünyada da bu konuda zirveyi zorlayabilir), rakiplerinin parlayan tüm yıldız adaylarını veya yıldızlarını “ayartma” konusunda herhangi bir beis görmese de herkesin aynı gemide olduğu gerçeğini asla göz ardı etmiyordu.

İşte bu sebepten rakiplerine borç verip onları iflastan kurtarmaktan ya da onlara antrenör göndermekten asla çekinmiyor, hem kendi hem de Bundesliga değerini artırıyordu. Bundesliga’nın değeri derken hafızalarınızı tazelemenizi rica ediyorum.

Münich Olimpiyat Stadı günlerinde ekran başında bizler hep boş tribünler önünde oynanan maçları izlerken şu anda Bundesliga Avrupa’nın doluluk oranı en yüksek ligi istatistiğini senelerdir kimselere bırakmıyor.

Adamlar ellerindeki çekirdek ürünün sahada oynanan oyun olduğunu bildiği için onu parlatıp kısmen müşteri olarak da tanımlayabileceğimiz seyirciye arz ediyorlar. Sahadaki oyunun kalitesi, oyunu oynayan sporcular ve bunu yöneten menajerlerin çevresinde dönen ürünü değerli kılmanın ilk adımının da onu değersizleştirebilecek her türlü unsurdan arındırmak olduğu gerçeği ile yola çıkmışlar.

Teknik olarak “zero sum game” diye tabir edebileceğimiz futbolu “win win” pozisyonuna getirmiş olmaları onlara yol, su ve elektrik olarak geri dönüyor ve bundan sonra da devam edecek gibi gözüküyor. İlk ödül olarak da gelecek sene için CL’de açılan ek kontenjandan birini kaptılar ve ligi beşinci bitiren Dortmund’un katılımını sağladılar.

Almanya’nın benzeri bir durumu Real Madrid-Barcelona rekabeti için de söyleyebiliriz. Geçtiğimiz haftalarda şampiyonluğunu ilan eden Madrid’i sosyal medya üzerinden ilk kutlayanlardan birisi de Barcelona resmi hesabı idi. Bu rekabetin geçmişini, dayandığı siyasi ve etnik temelleri bilenler için hayal ötesi gözüken bir durum gibi olsa da aslında perşembenin gelişi kaç çarşamba öncesinden belliydi.

2000’li yılların başından itibaren yavaş yavaş iki kutuplu bir hal alan La Liga, Messi ve Ronaldo rekabetinin yörüngesine oturmuş bir rekabet sayesinde zirveyi görse de zamanla eksen kayması PL’ye doğru evrildi.

Futbol dünyası o dönem futbolu bu iki oyuncu ve onların mensubu olduğu takımların rekabeti üzerinden okudu. Daha sonra jargona La Ligalaşmak adı altında girecek olan ve sadece 2 takımdan ibaret olan bir rekabet doğal olarak insanları sıktı. Diğer takımlara nefes hakkı bile yok gibiydi, kaideyi bozan istisna tek tük de olsa Simeone ve Atletico oldu.

Pandemi sonrası dönemde bu işin artık tamamen İngiltere’ye kaydığını gören Real Madrid ve Barcelona Avrupa Süper Ligi’ni desteklediklerini açıkladılar. O dönem yapılan bu çıkış aslında suya atılan bir taştı. Bir anda olmayacağını herkes biliyordu ama hacca gitmeye çalışan karınca hikayesinde olduğu gibi, tarafımız ve niyetimiz belli olsun, en azından, dediler.

Bu iş birliğinin en büyük motifi ellerinden kayıp giden güç idi. Pastadan kendilerine düşen payın çok net bir şekilde azaldığını görmüşlerdi. Senelerce Messi ve Ronaldo ile çift kutuplu idare ettiler ama takvim yaprakları eskiyip o iki fenomen de sahneden çekilince gerçeğin acı yüzü ile karşılaştılar. Eskiden reyting olarak ilk sırada kabul edilen La Liga bugün lig değerlendirmesinde ikinciliği Bundesliga’ya kaptırmak üzere, hatta yayın geliri olarak Bundesliga’nın da altına düşmüş bulunmakta olduğundan çalan alarm zillerini iyi değerlendiren bu iki rakip artık bir nevi iş ortağı konumuna gelmiş bulunmaktadır.

Birbirlerinin değerini düşürmeden ve bu rekabete üçüncü, dördüncü ayaklar açmaya çalışarak hayatlarına devam ediyorlar aynı Almanya’da olduğu gibi zira hedef orada da “win win”.

İşin içine akçe girince Franco da unutuluyor, Kral da Katalunya da bir nevi! Olacak o kadar…

Daha önceki yazılarımın bir tanesinde oyunun, oyuncu rekabetinden teknik direktör rekabetine doğru evrildiğini ve artık ayak satrancı (foot chess) muamelesi görmesi gerektiğini dile getirmiştim. Geçtiğimiz hafta Klopp’un vedasının ardından Pep’in basın toplantısındaki sözleri bu görüşlerimi bir nevi teyit etti de diyebiliriz.

Pep, rakibinin gücünün ve inovatif yaklaşımlarının kendisini nasıl yukarı çektiğini çok duygusal bir şekilde anlattı. Şampiyonluk kutlamalarının akabinde boynunda madalya ile hamasi nutuklar atabilecekken rakibine olan saygısını insanlara anlatmayı tercih etmesi takdire şayandı.  Bu tip davranışlar bizim topraklarda ne kurumsalda ne de bireyselde görebileceğimiz davranışlar olduğu için bu videoya NASA’nın herhangi bir uzay videosu muamelesi yapan çok kişi olmuştur.

Pep 7 senede kazandığı 6 şampiyonluğun 2’sinde sadece 1 puan ile geçtiği ve kazanamadığı tek sezonda da şampiyonluğu verdiği Klopp’un varlığının onu ve ekibini bu hale getirdiğini biliyordu ve 7 sene içerisinde, bu sebepten, ona olan saygısını yitirmedi. Tabi bu saygı karşılıklı idi zira Klopp da benzer sözleri rakibi için söyledi.

Bu sözleri bu iki adama PL yönetimi arayıp söyletmiş olabilir mi, sanmıyorum, ihtimal dahi vermem. O zaman bu durumda aklın yolu bir dememiz gerekiyor. Rekabeti güzelleştiren düstur rakibine saygı ve Sezar’ın hakkını verebilme tevazusundan geçiyor. Bu şekilde işin sonunda marka değeri de doğal olarak yükseliyor ve naklen yayın geliri 2 milyar euro olarak değerlendiriliyor.

Bütün bunlar olurken bizim coğrafyada ise hamaset, siyaset ve icazetin gölgesinde bir hayat sürdürülüyor.

Bizim ülkede de asıl mevzu akçe ama onu kaybetmek ve pazarı küçültmek için ellerinden geleni yapıyor muhterem paydaşlarımız.

Yok aslında birbirlerinden farkı diyeceğimiz mentalitelerin ve perspektiflerin suni savaşı ile gündem meşgul ediliyor. Kimse gerçek gündemini dile getirmiyor ya da “miş” gibi yapıyor. Herkes kulağının üzerine yatmış bir nevi ölü taklidi yapıyor.

Perde arkasında sarmaş dolaş olanlar sahneye çıkınca provokatörlüğe soyunuyor, seyirciyi galeyana getiriyor. Zaten felsefik ve rasyonel olarak derinliği olmayan Türkiye futbol taraftarlığının dört gözle yolunu beklediği kıvılcım da bu olduğu için futboldan ziyade cümbüş izleyerek heba oluyor yıllarımız.

Bugün UEFA çıkıp “Ya bu Türk takımlarını yönetenler ve taraftarları çok iyi çocuklar aslında, biz CL’deki ek 4 kontenjanı da bunlara verelim” dese, iddia ediyorum, bu ülkede yaşanan kavgaların 90%’ı biter çünkü kavganın tamamı “Bir avuç dolar için” yapılıyor.

Ekonomik olarak bir Türk takımının tek garanti geliri CL direkt katılım payıdır. Onun dışında bütçelenen tüm gelirler şartlara bağlı gelirlerdir. Sürekli oyuncu yetiştirip satan Porto, Benfica gibi bir takımımız yoktur; Almanlar gibi sabit bir maç günü tribün gelirimiz yoktur; İngilizler gibi yayın gelirimiz yoktur (hatta yayıncı kafasına göre kurdan hesaplayıp verir ya da istemezse vermez); İspanyollar gibi merchandise gelirimiz yoktur vesaire vesaire. Bu durumda geriye ülke nezdinde Marshall Yardımı muamelesi görecek bir CL katılımı kalır. CL katılım payını alıp borç ödemek ve taraftara şirin gözükecek transferleri yapmak Türk işi yönetimlerin ilk politikasıdır.

Bütün bunların ışığında Türkiye’de futbol bir nevi Ortaoyunu’ndaki Kavuklu ve Pişekar ilişkisi gibidir. Kim Kavuklu kim Pişekar o kararı herkes kendi yorumuna göre verir ama çok da önemli değildir. Bir gün kavuklu olan diğer gün pişekar olabilir, çok esnektir bizim ülkedeki futbol paydaşları.

İşler yolunda giderken önde olan taraf Pişekar rolünü alır. Sağ duyulu, arabulucu ve kavgalarda araya girip çözüm bulan abidir. Basın toplantıları düzenlenir, ağdalı laflarla herkes aklı selime davet edilir. Pişekar kendine karşı yapılan ufak tefek hataları görmezden gelir çünkü işler tıkırındadır. Doğru giden tekere çomak sokmak istemez ama beyninin arkasında da kendi aleyhine olanları biriktirir, ileride lazım olacaktır. Çünkü bu devran hep böyle gitmeyecek ve bir zaman sonra kendisi de karşı tarafa geçecektir.

İşleri yolunda gitmeyen ise bir numaralı isyankardır. Kavuğu kafasına takar ve başlar sistemi, düzeni, erki ve rakipleri eleştirmeye. Taraftarın sesidir, baş kaldırıyordur; artık bu düzen böyle gitmeyecektir. Zamanında o sistemin onu bir yerlere getirdiğini unutur ve unutturur. Ta ki kendi öne geçinceye ve çarklar onun istediği gibi işleyinceye kadar.

Yukarıda belirttiğim gibi Kavuklu ve Pişekar’da kimlerin özne olduğunun pek bir önemi yoktur çünkü bugün sen olursun yarın ben, yoktur aslında birbirimizden farkımız.  Şark zihniyeti ile yönetilen toplumların birçoğunda gösterilen tevazunun miadı kendi ayağına basılana kadar olduğu için önemli olan mevzu taraftarların söylenenleri bir kulaklarından alıp zaman kaybetmeden diğerinden tahliye etmesi gerekliliğidir.

Bu şartlar altında, garbın afakında yer alıp rekabet ettiğimiz kurumlar marka değeri artsın ve futbola olan ilgi azalmasın diye uğraşırken bizdekiler ise, zaten bir avuç kalma yolunda ilerleyen, futbol sevdalıları futboldan uzaklaşıp başka hobilere kaysın diye ellerinden geleni artlarına koymamaktadırlar.

Genelde on bir ayın sultanında duyduğumuz bir nidayı bu durumda tekrar etmek işten bile değildir:

“Yar bana bir eğlence!”

Herkese sıhhat, huzur, akıl ve spor dolu günler diliyorum.

mail: osman.cetin@abcspor.com

twitter: @msdoc78

Son Haberler

YAZ KIZIM

Bazen kaybettim sanırsın ama çok şey kazanmışsındır. Bazen gömüldüm sanırsın ama ekilmişsindir, yeniden filizleneceksindir. Bazen kazandım sanırsın ama kaybetmişsindir. 10 kişiyle kazanılan...

Benzer Konular