Futbolu seven herkesin hafızasında yer etmiş anlar vardır. Örneğin benim için 1978 Dünya Kupası finali ve sahanın konfetilerle kaplı hali sanırım futbolla ilgili beynime kazınmış ilk görüntülerdi. Ardından 1982 Dünya Kupası’nda İtalya’nın Brezilya’yı 3-2 yendiği zaman nasıl ağladığımı, 1984 Avrupa Şampiyonası’nda Arconada’nın koltuk altından yediği gole nasıl üzüldüğümü ama Platini’yi büyük bir hayranlıkla izlediğimi sanki dün gibi hatırlıyorum.
Ardından 12 Eylül darbesinin gölgesinde Türkiye’nin futbolda yaşadığı o karanlık yılların üzerine Beşiktaş’ın altın kuşağı ile arka arkaya şampiyonluklar gelmiş ve beraberinde özellikle Galatasaray’ın Avrupa’daki başarılarıyla milli takım da heyecan vermeye başlamıştı. Fenerbahçe de 1988-89 sezonundaki keyifli futbolunu 103 gollü şampiyonlukla taçlandırmıştı. Güzel yıllardı…
Tam o sıralarda bir adam vardı ki sadece benim futbol sevgimi değil, dünyanın futbola bakışını da şekillendirmeye başlamıştı. Orta sahadan aldığı topla İngiliz defansını ipe dizer gibi geçip o golü attığında evde kendi odamda 37 ekran televizyonuma kilitlenip kalmıştım. Niye hatırlamıyorum ama sanırım evde yalnızdım ve dolayısıyla o tarihe geçen golün sevinci ve heyecanını tek başıma yaşamak zorunda kalmıştım ama önemli değildi çünkü biraz da Renoir veya Rembrandt’ın bir tablosunu tamamen kendim için kapatılmış bir müzede izlemek gibiydi.
Tarihte bazen çok güzel şeyler aynı zamanda bir araya gelir. Müzikte The Beatles üyelerinin birbirini bulması, aynı dönemde İngilizlerin müzikteki hegemonyasını başlatan Rolling Stones, The Byrds, Pink Floyd, David Bowie gibi müzisyenlerin ortaya çıkmasıyla bana göre dünya müzik tarihinin en güzel eserleri de 60’lı yıllara damgasını vurmuştu.
O güzel şeyler futbolda da 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başını şekillendirmişti. Futbolcu olarak Maradona ise, takım olarak da saha içinde 3 Hollandalı’nın önderliğinde, saha kenarında ise kurt hoca Sacchi’nin liderliğinde ve tabii İtalyan ekonomisinin altın yıllarında başkan Berlusconi’nin vizyonu ve cesaretiyle AC Milan bambaşka bir boyutta futbol oynuyordu. Serie A o dönemin en revaçtaki ligiydi ve en üst düzey futbolcuların rüyalarını süsleyen sahneydi.
Bütün bunlar nereden icap etti, niye aklıma gelip de yazdım derseniz geçen gün İtalya’daydım ve La Gazzetta Dello Sport’un bu yazıma da ilham veren manşeti dikkatimi çekti. Bu hafta sonu oynanacak Milan-Napoli maçına istinaden ‘Hayatımızın En Güzel Yılları’ başlığı altında FIFA’nın yeni yapılanmasında önemli görevler alacak olan Maradona ve Van Basten ile yapılmış röportajlar vardı. İkisi de birbirlerine iltifatlar yağdırırken o döneme damgasını vurmuş Milan-Napoli rekabetinden anekdotlar da zamanın ruhunu yansıtıyordu.
Zaten benim için Maradona’yı gelmiş geçmiş en büyük futbolcu yapan o müthiş futbol zekası ve sol ayağı değil, aynı zamanda isyankarlığı, yenilgiyi hiçbir zaman kabullenmemesi ve düzene boyun eğmemesiydi. İtalya liginin en görkemli döneminde Inter, Milan ve Juventus’un arasından sıyrılıp Napoli’yi iki kere İtalya şampiyonu ve bir kere UEFA kupası şampiyonu yaparken yanında Gullit, Rijkaard, Iniesta, Xavi, Bale yoktu. Evet bunların bedelini de her zaman ödedi ve çoğu zaman yanlış yollara da saptı ama asla sürünün bir parçası olmadı. İtalya’da yoksul ve hakir görülen güneyin kuzeye başkaldırısında da en önde vardı, Arjantin’in İngilizlere karşı ulusal onurunu bir nebze olsun kurtarırken de başrolde yine Maradona’yı görüyorduk. 1990’da İtalya-Arjantin yarı finali Napoli’de oynanırken tribünleri bölen de oydu, Fidel Castro’nun yanında purosunu tüttürürken o asla yok olmayan özgüveniyle kameralara gülümseyen de Tanrı’nın Eliydi.
Marco Van Basten ise Utrecht’in Kuğusu’ydu. Onu izlemek gerçekten de Kuğu Gölü Balesi’nin futbol versiyonunu seyretmek gibiydi. Ona yakın zarafeti ve yeteneği belki yıllar sonra Dennis Bergkamp veya Thierry Henry’de de gördük ama Van Basten’in tevazusu ve onu 30 yaşında futboldan koparan sakatlığı nedeniyle bıraktığı buruk tat hepimizin kafasında ‘acaba devam edebilseydi o ve Milan ne olurdu?’ sorusuna yol açmıştır. Yine 1988’de Avrupa Şampiyonası finalinde Rus kaleci Dassaev’e attığı gol bir estetik harikasıdır. Kendisi yine olanca tevazusuyla (ama gerçekçi davranarak) o golde şans payının da çok yüksek olduğunu, kendi en beğendiği golünün ise Ajax formasıyla Den Bosch’a attığı gol olduğunu söylüyor.
Hoca olarak ise kendisini var eden Sacchi’ye müteşekkir olmakla birlikte Capello’nun oyunculara daha fazla saha içinde serbestlik tanıdığını ve bu nedenle ikisi arasında Capello’yu tercih ettiğini söylüyor. Aslında bu dediği benim gibi bir futbolsever için çok şey ifade ediyor çünkü günümüzde maçlar o kadar çok taktik savaşı şeklinde geçiyor ve hocalar yeni şeyler denemekten o kadar korkuyor ki futbolun güzelliği de bu arada kayboluyor. Bu sezon oynanan Fenerbahçe – Beşiktaş derbisi de bunun en belirgin örneklerinden bir tanesiydi. Van Basten kendi gönlünden ofsayt kuralını kaldırmak gibi radikal bir fikrin bile geçtiğini ifade ediyor.
Şimdi bu muhteşem ikili futbolun geleceği için birlikte çalışacaklar. Maradona Napoli’li futbolcuların hayranlık ve şaşkınlık dolu bakışları arasında Castelvolturno’daki antrenman sahasında başkan De Laurentiis’le Napoli’nin geleceğiyle de ilgili alabileceği görevleri konuşurken hiç bitmeyen enerjisiyle yeni maceralara yelken açacağı mesajını veriyor. Yıllar sonra kabullendiği oğluyla ilgili pişmanlığını açıklarken şimdi ne kadar yakın olduklarını anlatıyor. Ardından Napoli’deki Onkoloji Hastanesinden kanser hastası bir çocuğun mesajını aldığında gözyaşlarına boğulan aynı adamın Maradona olduğunu ve sonunda hepimiz gibi günahları ve sevaplarıyla sıradan bir ölümlü olduğunu da hatırlatıyor. Zaten insan içinde yaşadığı çatışmalar, hayal kırıklıkları ve deneyimleriyle insan oluyor. Önemli olan El Pibe D’oro gibi her yıkılıştan sonra ayağa kalkabilmek ve doğru bildiğin yolda yürüyebilmek.
‘Geleceğe Dönüş’ filmi tadında okuduğum röportajlardan sonra Doc’un arabasına atlayıp maalesef hayatın tasasız ve ilk gençliğin tatlı heyecanlarından 2017’nin daha kirlenmiş, daha kalabalık ve daha karmaşık dünyasına dönmem gerekiyor. Marcel Proust gibi geçmiş zamanın izinde giderken belki hiç olmazsa futbolda şimdiki gençlerin de 30 yıl sonra arkasından yazabileceği yeni güzel günlerin hayalini kuruyorum. Haydi Marco, haydi Diego! Gençleri bu rüyadan mahrum bırakmayın.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: gorkem.isik@abcspor.com
twitter: @saturnocontro3