1996 yılında Atlanta’da 64 kiloda silkme müsabakasında sporcular finale doğru yaklaşırken tüm dünya gözlerini açmış merakla bu işin sonu nereye varacak diye bekliyordu. Yarışan Süleymanoğlu ve Leonidis’in ülkelerinde ise insanlar yaşlı gözlerle, nabız bir milyon ekran başındaydılar.
5 dakikadan kısa sürede toplam 4 dünya rekoru kırıldığında tüm dünya şoktaydı. Belki de olimpiyat tarihinin en epik düellosuna tanıklık etmiş bulunuyorlardı. Süleymanoğlu ilk kez kazanmak için 6 hakkının hepsini kullanmak zorunda kalıyor ve koparmada kaldırdığı 2,5 kilo fazla ile tarihte bir ilki gerçekleştirip üçüncü kez üst üste olimpik altına ulaşıyordu.
Yarışmayı yorumlayan ABD’li spikerin, Leonidis’in kaldırışından önce kamera Süleymanoğlu’nu zumladığında söylediği söz ise tarihi nitelikte idi:
“Süleymanoğlu’nun kaderi ilk kez kendi elinde değil”
Evet hayatının sonu da başkasından gelecek organı bekleyerek, yine kendi elinde olmadan geldi. Dünya tarihinin en büyük haltercisi, Türk tarihinin ise en büyük sporcusu bir jenerasyona halteri öğretip sevdirerek bu dünyadan geçti ve gitti.
Atlanta’da geçtiği Leonidis’in, cenazedeki görüntülerini görünce, Süleymanoğlu’nun 96’da madalya törenindeki centilmenliğini hatırlıyor insan ve kendine diyor ki, bu insanlar boşuna efsane olmuyor çünkü önce sporcu değil adam olmayı; rakibi ile düşmandan önce dost olabilmeyi öğreniyorlardı.
Leonidis’in, bundan 20 sene önce günümüzde pek sık duyamayacağımız centilmenlikte söylediği ve Sezar’ın hakkını Sezar’a verdiği sözleri ise adeta, bir efsaneye ödenen borcun dile gelmiş haliydi. Şöyle diyordu Leonidis:
“Finaldeki son hakkımda 190 kilonun altına girdiğimde yıl içinde kırdığım rekorun 7 kilo üstüydü ama Naim’i geçme ihtimaliydi beni büyük sporcu yapan, tüm kariyerimde onu geçmek için çalıştım, ona teşekkür borçluyum..”
1996 Atlanta Olimpiyatları Naim Süleymanoğlu’nun dünyaya centilmenlik dersi verdiği organizasyondu. Bir efsanenin nasıl, büyüdükçe küçülmeyi başarabildiğini, kibir, hırs ve ego üçgeninden nasıl kurtulduğunu ve asıl önemlisi tahtı sallantıdayken, altını kaybetmenin eşiğindeyken bile bunları yapabileceğini göstermesi açısından tarihi bir gösteriydi. Bu tevazu gösterisi günümüzde hala sporculara ışık tutması ve feyz alınması gereken bir sahnedir.
Bundan 8 yıl öncesine yani 1988 Seoul Olimpiyatları’na gittiğimizde ise bir potansiyelin iyi bir hoca ile karşılaştığında tarihi baştan yazabileceğinin en büyük gösterisini izlemiştik..
Bulgaristan’dan 1 milyon 200 bin dolar karşılığı hava parası ile Türkiye’ye transfer olduğunda Bulgar antrenör Ivan ‘Katil’ Abaciev, büyük bir iddia ile Türk hocaların Naim’i şampiyon yapamayacağını ve işin sırrının kendisinde olduğunu iddia ediyordu. O dönemki hocası Enver Türkileri ile beraber hazırlandığı Seoul’de Süleymanoğlu koparmada kendi ağırlığının 2,5 katını, silkme de ise 3 katının 10 kilo fazlasını kaldırıyordu. Özellikle silkmede gelen 190 kilo tarihin dönüm noktasıydı. O turnuvada Naim’den daha ağır sıkletlerde yarışanların bile bu kiloyu kaldıramadığını ve 1996’da 64 kiloda yarışmasına rağmen kendisinin de 187,5 kiloda kaldığını düşünürsek başarının büyüklüğünü anlayabiliriz.
Seoul Olimpiyatları halter sporu için bir dönüm noktası oldu. O ana kadar dopinglerle anılan, yıldız çıkaramayan ve olimpik takvimden kaldırılması gündemde olan bu spora bir yıldız gelmişti ve tüm dünyaya hem ismini hem de halter sporunu duyurmakla kalmayıp zihinlere de kazımıştı. Olimpiyatlar sonrası Time dergisine kapak olduğunda, derginin “Everybody Wins (Herkes kazanıyor)” manşeti ise tüm üçüncü dünya ülkesi sınıfındaki toplumlara verilebilecek en güzel mesajdı. Artık “Doğu”dan da bir olimpik kahraman, Avustralyalı spikerin deyimi ile “Süpermen” çıkabiliyordu. İçinde potansiyeli olan gençlerin, ehil hocalar ile buluşmasının sonucunda inanılmaz sonuçlar gelebiliyordu ve bu gerçek o güne kadar Batı’nın hegamonyası altında ezilmiş toplumlar için bir umut ışığı yakıyordu.
Naim Süleymanoğlu en başta bu ışığı kendi ülkesinin gençlerine yakıyordu. En son altın madalyasını 20 sene önce Mexico City’de her zaman olduğu gibi yine güreşte alabilmiş bir ülkeye ilk kez farklı bir spor dalında altın madalya getirirken kırdığı dünya rekorları bir Türk sporcunun tarihte herhangi bir spor dalında kırdığı ilk rekorlar olarak kayıtlara geçiyordu. Bu sebepten, 1948 Londra’da dört güreş altınından sonra söylenmeye başlanan ve 1968 yılında uykuya dalan “Türk gibi güçlü” mottosunun ikinci miladı olarak 1988 Seoul’ü gösterebiliriz.
Hem sportif hem de davranışsal açıdan mükemmele ulaşmış bir kariyerin taçlandırılması IOC tarafından Süleymanoğlu’na Olimpiyat felsefesinin üç ana esansından bir olan Fortius (Daha Güçlü) ödülünün verilmesi ve 20.yy’ın en güçlü sporcusu ilan edilmesi ile oldu.
Peki doruğa ulaşan bu kariyere Türkiye’nin ülke olarak tepkisi ne oldu?
1996 sonrasında bitmesi gereken kariyer, iyi yönetilememesi ve siyasi baskılar sebebi ile 2000 Sydney’de hayal kırıklığı ile sonlandı. Kendisi her ne kadar, Halil Mutlu’ya, denemeseydim hayatım boyunca içimde kalacaktı, en azından okyanusta boğuldum dese de o dönem daha iyi yönetilebilirdi ama ülke olarak sınıfta kaldık.
Şunu açık ve seçik olarak ifade etmek gerekir ki, Süleymanoğlu bir Batı ülkesinin sporcusu olsa idi, bugün adına Hollywood filmleri çekilmiş, belgeseller hazırlanmıştı. İşin magazinsel kısmını bir kenara koyarsak bizim aslında kendimize sormamız gereken soru, Türk sporu olarak bu efsaneden ne kadar yararlandığımızdır.
Süleymanoğlu Fortius ödülünü aldığında Ukraynalı Bubka, Altius (Daha Yüksek), ABD’li Lewis ise Citius (Daha Hızlı) ödüllerini aldılar. Ülkeleri bu insanları hiç kenara atmadı. Bugün Bubka’yı her büyük turnuvada IOC Üyesi olarak madalya seremonisinde görürsünüz, hatta kendisi IOC Aday Şehir Seçme Komitesi’ndedir ve olimpiyata ev sahipliği yapacak şehirin seçiminde söz sahibi olacak kadar da güçlüdür. Peki Bubka’nın başarısı Naim’den daha mı fazladır?
Benzer şekilde Lewis, ödül almış olmasa da efsane statüsündeki Michael Johnson, İngiliz efsane (IOC üyesi ve 2012 Londra Olimpiyatları Organizasyon Komitesi Başkanı) Lord Sebastian Coe ve buna benzer birçok sporcu ülkeleri için çalışmaya devam ederken biz Süleymanoğlu’nu bir kenara ittik maalesef.
Ne antrenör olarak yeni sporcular yetiştirebildi, ne vakıf kurularak yeni sporcular ve halter finanse edildi, ne de ülkenin spor yüzü olarak Olimpiyat adaylıklarında uluslararası platformlarda yeteri kadar kullanılabildi.. Bu şekilde sistemin içinde tutulabilir ve yaşayan efsaneye hak ettiği saygı hayattayken gösterilebilirdi.
Süleymanoğlu’nun aktif sporculuk yaşamını sonlandırması ile bugünkü iktidarın iş başına gelmesi aşağı yukarı çakışıyor. Bu kadar spor tesisi ve sporcuya yatırım ile övünen zihniyetin Türk tarihinin en büyük sporcusunun, karaciğerini iflas ettirecek raddeye getirmesine sebep olan yalnızlık ve itilmişliğini nasıl açıklayacağını merak ediyorum. Devletin en başının cenazede olmak yerine Bayburt’ta İl Kongresi’nde konuşma yapması, bu zihniyetin olay bakış açısını da anlatıyor aslında. Hastalık sürecinde gösterilen tüm ilgiyi bir anda beyhude hale getirebiliyor. Çünkü genç sporcu adayları, bu ülke Naim gibi adama nasıl bir son reva gördü, kim bilir bizim başımıza neler gelir, diye düşünecektir ve haklıdırlar.
Biz, hali hazırda sporcu yetişmiyor diye ağlıyorsak, bu işi hakkıyla yapmış olanlara hayatları boyunca saygı ve sevgiyi eksik etmeyeceğiz ki, bundan feyz alan gençler de bu yerlere gelmek için can atsınlar. Aksi halde kimse ileride bir kenara atılmak için sporcu olmaz. Bir efsaneye yapılan iyilik aslında onu örnek alan herkese yapılmış iyiliktir, çünkü iyilik bulaşıcıdır….
Bu satırların yazarı olan ben bir spor müsabakasında ilk kez Seoul’de Naim 190 kiloyu kaldırdığında göz yaşı döktüm. Bundan sonra çok defa ağladım tarihi zaferlere tanıklık ederken ama ilk gözyaşımı hatırladım ölüm haberini aldığımda ve hiçbirinin Seoul’da çalınan İstiklal Marşı gibi olamayacağına bir kez daha inandım.
Nur içinde yat büyük Şampiyon!
Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir hafta diliyorum.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78