Latincede ‘modus’ kelimesi tarz, ‘vivendi’ kelimesi de ‘yaşam’ anlamına gelir. Yaşam tarzı demek olan modus vivendi diplomaside ve devletler arası ilişkilerde çok sık kullanılır. Bu mecrada kullanıldığında ise kelime anlamı haricinde yeni bir anlam kazanır.
Tarafların henüz çözüm bulamadığı yahut uzlaşamadığı önemli ve kritik bir sorun olduğunda iplerin kopmaması için, sert tartışmalara girişmektense görüşlerin birbirine yakınlaştığı bir aşamada herkesin kendi yaşayış tarzıyla yetinilmesi ve çözüme doğru ilerleme olanağı aranmasıdır. Buna “modus vivendi” denir.
Cumartesi akşam oynanan olaylı derbiye giden son bir haftalık süreçte yaşananları görünce futbolun içindeki paydaşların da bir modus vivendi’ye gitmesi gerekliliği yadsınılmaz bir gerçek olarak su yüzüne çıktı.
Öncelikle, henüz Eylül ayındayken ve daha ligin altıncı (rakam ile 6) oynanacakken bu maçı özellikle FB için ölüm kalım maçı haline getiren zihniyetin yaptıklarının sonucunu Papazın Çayırı’nda hem maç esnasında hem de akabinde yaşadık ve gördük.
Daha maç oynanmadan, hem yayıncı kuruluşta hem diğer kanallarda bu maça olduğundan fazla önem atfeden yorumlar yapan yorumcuların sorumluluk hissetmemesi de işin trajik boyutudur. FB bu maçı kazanmak istiyorsa masayı devirmeli dediğiniz zaman, satır arasındaki mecazı göremeyecek entellektüel seviyede olanların da sahadaki ve dışındaki oyunun baş aktörleri olduğunu düşünebiliyor olmanız gerekir.
Maçı canlı izlerken de yorumcunun “Ligin başı olmasına rağmen muhteşem tempo,ekran başındakiler bir saniye bile yerinden kalkamamıştır” sözünü duyunca acaba yanlış maçı mı izliyorum diye düşündüm ama ortada bir cilalama çabası olduğundan net emin oldum. Hakemin adalet dağıtmak yerine denge politikası güttüğü, kenarda yılların akil hocasının ağzına geleni söylediği, oyuncuların zaten kötü niyet konusunda zirve yaptığı bir maça kalite ve tempo konusunda övgüler düzülüyorsa aynı anda oynanan ve canlı yayınlanan Leicester-Liverpool maçı uzay ligi maçı mıydı acaba onu da merak etmedim değil…
Bütün bunlar tonlarca dolar para verilmiş bir ligin doğal olarak yayıncı kuruluş tarafından parlatılma çabası olabilir. Her ne kadar olayın marka değerine girdiğinde henüz zeminleri, stadları, yabancı sayısını, maç saatlerini, seyircisizliği bile bir standarda oturtamamışken zincirin son halkası olan sahadaki futbola cila çekmek ne kadar doğrudur tartışılabilir de olsa, bu şekilde düşünüyor olabilirler diyenler de olacaktır.
Yıllardır savunduğum mevzu bizim derbi diye adlandırdığımız maçların aslında sportif açıdan bakıldığında keçiboynuzu kıvamında olup herhangi bir hissi ve mental boşluğu dolduramadığı ve tatmin konusunda sınıfta kaldığıdır. Bu sebepten ben artık fikstürleri incelerken önceliğimi derbi ya da ‘büyük’ takım maçı olmasına göre değil, maçın önemine göre ayarlıyorum. Çünkü takımlar için kırılma maçları bazen ezeli rakibiyle olabiliyor bazen de lig sonuncusu ile oluyor. Güzel maç izlemek istediğinde örneğin o hafta oynanan Trabzon- Başakşehir maçı 3-4 derbiye bedel olabiliyor. Ama bizim ülkemizde sosyolojik olarak derin bir analiz konusu olan ve sokaktaki adamın zaten açıklayamayacağı anlamsız bir aidiyet duygusu ön planda olduğundan insanlar tarafsız olduğu ama güzel futbol oynanan bir maçı izlemek yerine tuttuğu takımın 3.sınıf futbolunu, tekme tokat savaşını seyredip tatmin olduğunu zannediyor.
İşte bu tercihler büyük diye adlandırdığımız takımların da sanal gerçeklikler sarmalına girmesine sebep oluyor.
Biri çıkıyor efendiyim sen değilsin demeye getiriyor, sen yokken ben vardım diyor. Öbürü ben zaten son kaleyim, cumhuriyetim sen işbirlikçisin, bilmem nesin diye suçluyor. Ötekisi ben tek büyüğüm siz annenizin liginde oynayın hadi bakayım diyerek yukarıdan bakıyor vesaire vesaire…
Sonunda kendileri de taraftarları da bunlara inanıyor ve beşinci sınıf Avrupalı gelip sana haddini bildirdiğinde arkana bile bakmadan, kuyruğunda teneke ile evine dönüyorsun.
Bunların tek sebebi kendimizi dev aynasında görmenin verdiği kibir ile tevazudan uzaklaşarak aynaya bakmayı bırakmamız ve hakikatın dayanılmaz ağırlığından korkar hale gelmemizdir.
Ama bence bundan daha büyük olan problem, ülke futboluna yön veren camiaların tüm elemanları ile bunu bir yaşam tarzı haline getirmiş olmasıdır.
Herkes pozisyonunu almış, sırtını duvara dayamış ve alışılagelmişinden herhangi bir taviz vermemektedir. Yıllar geçmekte, söylemler ve eylemlerde standartsızlık ve oryantallik değişmemekte ve ülkenin gerileyen eğitim sistemine paralel olarak da bu durum alttan gelen yeni nesil tarafında hiç sorgulanmadan kabul görmektedir.
İşte en büyük sıkıntı budur!
Büyük şirketleri yöneten bu insanların bahsi geçen sıkıntıları göremiyor olması teknik olarak mümkün değildir çünkü sıkıntılar iş hayatında karşılaşılanlara çok benzemektedir. Bundan çıkan sonuç ya bu insanlar da akıntıya kapılmış gitmektedir, ya da işlerine böyle gelmektedir.
Bu durumda ortak akıl ile kurumsal egolardan ve hamasi söylemlerden kurtulmak için çabalamak ve pozisyonları birbirlerine yaklaştırmak en iyi çözüm olacaktır. Zaten kimse rekabet şartları gereği sarmaş dolaş olmalarını beklemiyor ama birbirlerine optimum düzeyde yaklaşıp oradan sonra modus vivendi’yi çalıştırmaya başlamaları daha fundamental sorunları çözme yolunda herkese zaman kazandıracaktır. Daha da önemlisi aynaya bakmaları için gerekli zamanı sağlayacaktır.
Tabi bu camiaları kim, şapkalarını alıp düşünmeye itecek onu cevaplamak biraz zaman alacak bir husustur çünkü ülkede ne elle tutulur bir TFF ne Kulüpler Birliği ne de Taraftar Birlikleri vardır.
Gandhi’nin dediği gibi bu alışkanlıklar uzun vadede kaderimiz haline dönüşmeden müdahale şarttır.
Herkese sıhhat, akıl, spor ve huzur dolu bir hafta diliyorum.
Yazarın diğer yazıları için tıklayın
mail: osman.cetin@abcspor.com
twitter: @msdoc78