Bu haftasonu yine bir dünya derbimiz var, kendimizden başka pek fazla kimsenin seyretmediği…
Bu Mayıs’ta 44 yaşıma gireceğim. Hatırladığım ilk futbol maçıma babam beni götürmüştü ve bak bu Mustafa Denizli seneye bizde oynayacak demişti. O gün bugündür futbolu oynar, seyrederim. Bir amcam Kasımpaşa’da A takımda oynarken ayak kemiğini kırınca, Milli Takıma seçilmesine az bir zaman kala futbolu bırakmak zorunda kalmış. Diğer amcam Emlak Bank’ın Spor Kulubü’nün yöneticiliğini yaptığı dönemde sonradan Galatasaray’lı olacak Ergün ve Hakan’ı takıma kazandırmış. Özetle, yıllardır futbolu yakın takip ettim bir çok futbolsever gibi.
Bu kadar zamanda niye uluslararası başarımız çok az sorusunun cevaplarını geçen akşam ülkemizin 4. UEFA Kupasına mal olan Beşiktaş – Club Brugge maçını seyrederken buldum. Birincisi, bizim kadar kolay gol yemiyorlar, ikincisi kaleci ile karşı karşıya kaldıklarında topa “baaaaam” diye vurmak yerine plase veya topun dibine vurarak aşırtma yapabiliyorlar, üçüncüsü topu alan kaleye tek başına gitmiyor, dördüncüsü skor ne olursa olsun oyun disiplininden kopmuyorlar, beşincisi başarının skorla alakalı olduğunun bilinci ile öncelikle ihtiyacı olan skora yönelik oynuyorlar.
İşte Beşiktaş Brugge maçı, bu başlıkların son tekrarı şeklinde oldu. Yıllardır değişmeyen bu temel ortak paydalarımız sürdürülebilirlik kelimesinin tam karşılığı, bir de futbolumuzda istikrar yok derler. Brugges kendisine yetecek beraberliğin bilinci ile ilk yarıda “Viyana geçilmez” oynayarak, Galatasaray’ın Avrupa’da yıllardır yaptığı gibi, alan savunması ile ilk yarıyı oynadı. Gökhan Töre gibi top yapan birisinin ortadan yüklenerek karşı takıma kart göstertmek, araya adam kaçırmak yerine kanada kitlenmesi, Kerim Frei gibi çalım yapan birisinin oyuna alınmaması, ilk yarıda Beşiktaş’ın daha çok koşmasına sebep oldu. Sonuçta öyle ya da böyle 1-0’ı bulmuştuk. Bu dakikadan sonra yapılacak şey “Çanakkale geçilmez” olmalıydı. Maçın kalan bölümünde kontrataktan farka gitmemiz gerekirken tam tersi oldu. Aynen ilk maçta yapmamız gerektiği gibi. Galatasaray son dünya derbisini de bu nedenle kaybetti. Beraberliğin yettiği maçta 4 puan farkı korumak mümkünken, Kadıköy’de 15 yıl sonra kazanacağız düşüncesi ile belki de şampiyonluğu bıraktı Kadıköy’de, maçın sonlarına yaklaşırken kontrataktan gol yiyerek!
Bülent Hoca’nın Hamburg’la berabere kaldığı ilk maç sonrası Sami Yen’de 2-0 önde ve Kadıköy’de UEFA Finaline çıkmak an meselesi iken topa basan Lincoln’ü oyundan aldığı, 90 dakika şimendifer gibi koşan Benfica maçında, topa basması gereken Alex de Souza olmadığı için verilen üçüncü UEFA Kupası’ndan sonra, bu kadar isimsiz takımların çeyrek, yarı finale yükseldiği bir senede dördüncü UEFA Kupamızı da ellerimizle bıraktık. Son dünya derbimizde Bruma’yı oyuna almayarak kanatlarda Caner ve Gökhan’ın kolayca yüklenmesi aklıma yıllar sonra katıldığımız 2. Dünya Kupası yarı final maçı geldi. 3. Hakkımızda 3. olduğumuz o sene Brezilya’da Cafu ve Roberto Carlos kanatlarda haraşo örgü örerken tek forvet Hakan ile maça çıkan Şenol Hoca, turnuvanın en iyisi Mansız oynamayınca Dünya Kupamızı Brezilya’ya hediye ettik.
Bunca senede, hatırladığım bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Avrupa ve bir Dünya üçüncülüğü, bir Akdeniz Oyunları Şampiyonluğumuz dışında uluslararası başarımız yok. 2 yarı final, 3-4 çeyrek final dışında istikrar kelimesini bu yazımızda ikinci kez kullanmış oluyoruz. En son Akdeniz Olimpiyatlarından sonra pek kullanılmayan Mersin’deki stadımız gibi Telekom Arena ve Olimpiyat Stadımızın yönlerinin güneşe ve rüzgara göre ayarlanmamış olmasını mı hatırlatsak, penaltı kaçıran Beckham’ın kafasını okşayıp hiç yenemediğimiz İngiltere’yi yeniden hırslandırmayı mı hatırlatsak, klasik son dakikaya bıraktığımız işlerimize örnek olarak Hollanda’yı yenemeyip son Brezilya Dünya Kupası’na gidemeyişimizi mi hatırlatsak, FİFA kokartlı hakem sayımızdan daha fazla sayıdaki futbol programlarımızı mı saysak, bu bir elin 5 parmağına eşit başarılarımızın arkasındaki sebepler olarak.
3-5-2 yerine 4-4-2 oynamakla, 5+2 yabancı sayısını serbest bırakmakla, vatandaşlık verilen yabancı sayısı ile çözmeye çalıştığımız futboldaki sorunlarımızı, pazarlama deha örneği NBA ve NCAA gibi üniversite ve lise seviyesine indiremezsek, basketbolda Çavuşoğlu Koleji, ülkemize takım oyunlarında (voleybolda) ilk dünya şampiyonluğunu getiren ve Fenerbahçe, Efes Pilsen, Beşiktaş (?!!) gibi güzide kulüpleri kazandıran Saint Joseph Lisesi, hentbolde Özel Dost Lisesi gibi zamanının en iyilerinin sayılarını arttıramazsak, Ajax gibi altyapıya yatırım yapmazsak, bireysel sponsorluğun önünü açmazsak, yurtdışında oynayan futbolcu sayımızı arttıramazsak, liglerimizi uluslararası bir marka haline getiremezsek ve daha niceleri, uluslararası kupa sayımızın artmamasına da şaşırmamak gerekiyor. Saint Joseph’li kardeşlerimiz (rahmetli) Aslı Nemutlu, Olimpiyatlarda ülkemizi temsil eden Alp Alpagut gibi arkadaşlarımızı, herhangi bir amatör spor dalı, farklı bir spor alanını spor sayfalarında görebilmek mümkün mü ? Yoksa spor, futbol, at yarışı, 3 büyüklerin basketbol ve voleybol müsabakalarından mı ibaret ? Aslında abcspor.com sitesinin farklılığı bu çeşitlilikten geliyor.
Kadıköy’de 15 sene maç vermemek, derbiyi kazanıp şampiyonluğu vermek ile 29 sene Türkiye Kupası alamamak, 14 sene üst üste şampiyon olamamak arasındaki fark aslında gerçek başarının tanımı. İşte bu nedenlerle, kimsenin sebebini ve mantığını hala anlamadığı Süper Finali her sene yapmak ve dünya derbilerimizin sayısını arttırmak, Avrupa Kupalarında ve uluslararası başarılar gelene kadar iyi olacak. Bu vesile ile dördüncü yıldızı kırkdördüncüsünün rekabetine taşıyarak bir iki nesil daha idare edecek konumuz olur sportif alanda. Sahi bu kaçıncı dünya derbimiz ?
CÜNEYT DİRİCAN
cuneyt.dirican@abcspor.com