https://abcspor.com/wp-content/uploads/2020/11/ataturk.jpg

MÜSTEMLEKE

Okunması Gerekenler

MÜSTEMLEKE

15.yüzyılda İspanyol ve Portekizli gezginlerin keşfinden son ülkenin de bağımsızlığını kazandığı 19.yüzyıla kadar Avrupa’nın müstemlekesi yani bir nevi arka bahçesi olan Güney Amerika kıtası futboldaki evrimini kıtaya gelen İngilizlerin futbolu yayması ile başlatmış olup İspanya ve Portekiz’in Akdeniz esintileri ile süsleyerek zirveye ulaştırmıştır.

Tarihsel perspektiften bakıldığında Latin kıtasının gezegendeki futbolu nasıl domine ettiğini daha net görebiliriz. 1930 yılında düzenlenmeye başlanan Dünya Kupası’nın ilk 50 yılını incelediğimizde Güney Amerika takımlarının 6, Avrupa takımlarının ise 5 şampiyonluğunu gözlemlerken; 1980 sonrasında bu istatistiğin tersine döndüğünü ve Güney Amerika takımlarının sadece 3 kez, Avrupa takımlarının ise 6 kez ipi göğüslediğini görüyoruz.

Bu istatistiğin nedenlerini irdelemek bizim 2018 Dünya Kupası öncesi favorileri yorumlarken mihenk taşımız olabilir.

Endüstriyel futbol, özellikle televizyonun kapsama alanının arttığı 80’ler sonrasında yükselmeye başladıktan sonra meşin yuvarlağın ekseni eski kıta Avrupa’ya doğru kaymaya başladı. O güne kadar Latin Amerika takımları genellikle yerel liglerden çıkardıkları oyuncular ile yerel formasyon, felsefe ve taktiklerini sahaya sürüp Avrupalı rakiplerini sürklase ediyorlardı. Hatta o döneme kadar gezegenin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu sayılan Pele bile Santos’tan dışarı burnunun ucunu çıkarmayı aklından bile geçirmemişti. Bugün geriye dönüp bakanlar Pele’yi korkaklıkla, risk almamakla suçluyor olsa bile o dönemin Avrupa cazibesini günümüzle kıyaslamamak gerekliliğini düşünüyorum çünkü Pele’nin en üst seviye futbol oynadığı dönemlerde endüstriyel futbol henüz hayatımıza bu kadar girmemişti.

Ne zamanki işin içine televizyon ya da daha kısa deyişle para girdi işte o zaman işler değişti.

Latin Amerikalı oyuncular Avrupa kıtasına taşınmaya ve oradaki eğlencenin bir parçası olmaya başladılar zira teklif edilen meblağlar ve hayat standartları arasındaki makas gittikçe açılmaktaydı. 1980’ler sonrasında endüstrinin ve paylaşılan pastanın büyümesi takımlar arası rekabeti artırırken Latin Amerikalı oyuncu istihdamlarını ve alışverişlerini artırdı.

Artık milli yıldızlar İngiltere, İspanya, Almanya ve İtalya başta olmak üzere tüm dünyaya, özellikle de Avrupa’ya doğru yola çıkıyorlardı. Maradona, Ardiles, Kempes, Zico, Falcao, Eder, Alemao, Careca, Dr.Socrates, Valdano, Valderrama, Francescoli, Ruben Sosa vs. bir sürü Güney Amerikalı yıldız artık eski kıtanın başarısı ve eğlencesi için ter döküyor ve kendi ülkelerinde tahayyül bile edemeyecekleri rakamlarla banka hesaplarını kabartıyorlardı.

İşte Latin Amerika’nın özünden kopması bundan sonra başladı. 80’li yıllarda Tele Santana Brezilya’sı ve Bilardo’nun Arjantin’i eski tatlardan örnekler sunsa da yavaş yavaş Avrupa pragmatizminin etkisi Latin takımlarını da sarmaya başladı. CL’nin de piyasaya sürülmesi ile yılda ortalama 60 maça çıkan Güney Amerikalı milli oyuncu haziran ayı geldiğinde performans ortaya koyacak gücü kendinde bulamaz hale geldi.

Peki bunun nedenleri ne idi?

Fiziksel gücü bir kenara koyarsak işin mental ve felsefi boyutunun daha etkin rol oynadığını düşünüyorum.

Öncelikler şunu belirtmeden geçemeyeceğim Güney Amerika’dan yurtdışına giden milli oyuncular genellikle Avrupalı muadilleri gibi vasat üstü oyuncular olmuyorlar. Hem milli takımlarının hem de gittikleri ülkenin yıldızı statüsünde oluyorlar. Bu geçmişte de böyleydi, hala da böyle. Bu sebepten yedek bekleme, rotasyona takılma, dinlendirilme şansları pek olmuyor. Menajerler sistemlerinin omurgalarını genelde bu oyuncular üzerine kuruyor, o zaman da demirbaş kıvamına geliyorlar.

Bu durum hem fiziksel olarak yoruyor hem oyuncunun beyninin Avrupalı oyun sistemi ile yıkanmasına sebep oluyor ve yılda 5-6 kez gittiği milli takımında taktiksel olarak, ister istemez, Avrupa esintisi hâkim oluyor. Bunu gören yerel federasyonlar da kısa yoldan hedefe ulaşmak için Avrupa tipi oyunu oynatacak menajerleri takımlarının başına geçiriyorlar. Yani bulaşıcı pragmatizm hastalığı Avrupa kıtasından Güney Amerika’ya oyuncular aracılığıyla taşınıyor. Buna en güzel örneği Carlos Alberto Pareira’nın 1994 yılında Dünya Kupası kazanan Brezilya takımıdır. Hayatında hiç Avrupa takımı çalıştırmamış bir hoca olarak, takımdaki Avrupa kariyerli oyuncular sebebi ile oynattığı oyun ile şampiyon olmuştur ama Brezilya halkı tarafından pek takdir edilmemiştir.

Bir diğer sebep ise Avrupa milli takımlarında oynayan oyuncuların tüm sezonu Güney Amerikalılar’a göre daha ekonomik geçirmesi kabul edilebilir. Yukarıda belirttiğimiz gibi Latin oyuncu, sistemi oturtması için hocaya yardım ediyor, tüm sezon oynuyor yani amiyane tabir ile etinden ve sütünden faydalanılıyor. Bu sırada sistemin ara elemanı olan Avrupalı oyuncular hem Latin yeteneklerden futbolu öğreniyor hem de sistemi daha az efor sarf ederek içselleştiriyor. Bunun yanında Latin muadilleri gibi milli takım arkadaşları ile yılda 5-6 kez değil, birçoğu ile tüm sezon antrenman yapıp, resmi maça çıkıyor. Brezilya, Arjantin, Uruguay gibi takımlar gün geliyor bazı maçlara 11 farklı kulüp takımından oyuncu ile çıkıyor ve bu en kötü şartta 11 farklı oyun mentalitesi ile geçirilen sezon demekken, İspanya takımı sadece 3 takımdan oluşabiliyor.

Bu veriler küçük gibi gözükse de aslında takımların ve dolayısıyla turnuvaların kaderini değiştiriyor.

Yazımın girişinde 15.yy’a dayandırdığım müstemleke (sömürge) yaklaşımı ister istemez özellikle sportif alanda hala devam ediyor. Ekonomik olarak gelişmişlik neredeyse iş gücü de doğal olarak oraya kayıyor ama bu demek değil ki güçsüzün hiç şansı yok bu hayatta. Güney Amerikalılar Avrupa’ya gönderdikleri yıldızlardan medet ummak yerine sınırsız oyuncu kaynaklarını kendi yerel felsefelerinde yetiştirip oynatmaya başlarlarsa ve öncelik ticaretten ziyade oyunun yani futbolun kendisi olursa aşamayacakları engel olmayacaktır. 10 bine yakın oyuncusunu yurtdışına ihraç edebilen Brezilya’nın özüne dönüp “joga bonito” felsefesini yerel oyuncu havuzu ile hayata geçirmesi pek de zor olmamalıdır. Benzer durum Arjantin için de geçerlidir.

Her iki takımın da Rusya’daki umutlarını Neymar ve Messi’ye bağlaması hem kendi tarihlerine ayıp hem de bu oyunculara yüklenen anlamsız sorumluluktur. Arjantin menajeri Sampaoli’ye “Dünya Kupası Messi’nin kafasındaki altıpatlar, onu ya tüm Dünya’ya sıkacak ya kendi kafasına” dedirtecek baskıyı kurdurtan zihniyetten kurtulmak ancak öze dönerek ve güzel oyun ile olur.

Aksi halde Latin Amerika’nın yetenekleri sömürülmeye, Avrupalılar da işin kaymağını yemeye mecburdur.

Herkese sıhhat, akıl, huzur ve spor dolu bir hafta diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayın

mail: osman.cetin@abcspor.com

twitter: @msdoc78

Son Haberler

FENERBAHÇE GİBİ

Önce kızlarımızı kutlamak istiyorum. 2 sene üstüste Euroleague şampiyonluğunu kazanan kadın basketçilerimize ve böylesine yetenekli ve karakterli oyunculardan oluşan...

Benzer Konular